/MANDIRA FİLOZOFU: MÜLKİYET SAHİBİNDEN FANTASTİK NASİHATLER -Hüseyin Ozan Uyumlu

MANDIRA FİLOZOFU: MÜLKİYET SAHİBİNDEN FANTASTİK NASİHATLER -Hüseyin Ozan Uyumlu

Hüseyin Ozan Uyumlu

Yönetmenliğini Müfit Can Saçıntı’nın üstlendiği “Mandıra Filozofu” 2014’te gösterime girdi. Senaryosu Birol Güven’e ait komedi filmi Türkiye’de geniş bir izleyici kitlesine ulaşmıştı. Filmin başrollerinde aynı zamanda yönetmenliğini de yapan Müfit Can Saçıntı (Mustafa Ali), Rasim Öztekin (Cemil), Ayda Aksel, Kemal Kuruçay ve Defne Yalnız gibi tanınmış isimler yer aldı.

Filmin ana karakteri olan Mustafa Ali felsefe bölümü mezunudur.  Çalışmaya kesinkes karşı olan Mustafa Ali; denize nazır, doğayla iç içe, modern hayatın getirisi olan her şeyden uzak bir yaşam sürer ve zamanının tamamına yakınını kitap okuyarak geçirir. Filmin diğer önemli karakteri Cavit ise kurnaz ve çalışkan bir iş adamıdır ve yeni projesi için Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Gökova Körfezi’ndeki Çökertme köyüne gelir. Amacı Mustafa Ali’nin sahip olduğu araziyi satın alıp yerine kazanç getirecek bir butik otel yaptırmaktır. Mustafa Ali; Cemil’in temsil ettiği kentli yaşam tarzına, tüketim alışkanlıklarına ve hırsına karşı çıkar. Film; bu iki karakterin çatışması üzerinden kent-köy, modernite-doğa, üretim-tüketim ve özgürlük-bağımlılık gibi karşıtlıkları işler.

İlk bakışta film kapitalist sistemin dayattığı (ama kapitalizmin adı geçmeden) hızlı, stresli ve insanı kendine yabancılaştıran kent hayatına karşı bir “doğaya dönüş” ve “basit yaşam” güzellemesi olarak görünür. Mustafa Ali karakteri kendi hâlinde, paradan uzak, huzurlu bir yaşamın mümkün olduğunu kanıtlayan bir halk filozofu gibi çizilmiştir. Film doğayla iç içe olmanın, tüketmemenin, sade yaşamanın ahlaki açıdan doğru olduğunu savunur. “Hiçbir şeye sahip olmadan da mutlu olunabilir” iletisini taşıyan filmin eleştirisi için şeytanın avukatlığını yapmak tam da bu noktadan başlayabilir.  Simon Kuper’in kitabının adıdır: “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”.  Bu kısa, etkili, sloganlaşmış sözü sinema sektörüne de uygulayalım: “Sinema sadece sinema değildir”. Buradan yola çıkarak Mandıra Filozofu’nun insani iletilerini de boşa çıkarmadan ekseni “mülkiyet” olacak şekilde bir eleştiri yapılabilir.

Mustafa Ali her ne kadar “sistemin dışında yaşayan bilge” gibi görünse de aslında toprak, hayvan ve ev sahibi bir figürdür. Yani sistemin maddi koşullarından bütünüyle kopmuş değildir, aksine o sade yaşamı sürdürebilmesi tam da bu mülkiyetin sağladığı güvenceye dayanır. Bu noktada film, basit ve huzurlu yaşamı öven bir yapım olmanın ötesinde mülkiyetin görünmez konforuyla yükselen bir “anti-kapitalist yanılsama” hâline gelir.

Film boyunca Mustafa Ali paraya ve mülkiyete ihtiyaç duymadığını söyler. Ancak yaşadığı mekân ve yaşam biçimi tam da mülkiyetin sağladığı bir güvencenin varlığını gösterir. Yani onun sahip olduğu arazi onun “bağımsızlığının” teminatıdır. Sahip olduğu hayvanları ve evi, müstakil yaşamının temel koşulunu oluşturur. Bu noktada “Mandıra Filozofu”nun sistem eleştirisi ancak mülkiyetin sağladığı konforla mümkün hâle gelir. Dolayısıyla karakter aslında proleter ya da prekarya bir özne değil, küçük mülk sahibi bir köylüdür. Bu da Mustafa Ali’nin yaptığı eleştiriyi “romantik bir anti-kapitalizm” boyutunda tutar.

Mustafa Ali modern bireyin doğaya dönüş özlemini temsil eder, çok varlıklı bir insan olan Cemil karakterine (Rasim Özetekin) “kentten kaçın” öğüdünde bulunurken aslında izleyicilere de bulunmuş olur. Ancak bu kolaylıkla görünür olan iletilerin kolaylıkla gerçekleşmeyeceğini bilmek gerekir. Mustafa Ali gerçekten “sistemin dışına” mı çıkmıştır, yoksa mülkiyetin sunduğu güvenli bir konumdan sistem eleştirisi mi yapmaktadır? Yani Mustafa Ali’nin tuzu kuru mudur?

Bir zamanlar hepimiz, “her şeyden vazgeçip bir köye yerleşme” hayali kurduk. Trafikten, toplantılardan, bitmeyen bildirimlerden kaçıp mandırada süt sağarken huzuru bulmak… Mandıra Filozofu işte tam da bu duygunun beyazperdedeki karşılığıydı. Kentteki yapay hayatın karşısına doğayı, paranın karşısına huzuru koydu. Birçok izleyici için de “gerçek bilgelik” buydu: Azla yetinmek, tüketmemek, sistemin dışında kalmak. Ama işte tam da burada sormak gerekiyor: Gerçekten sistemin dışında mıydı o filozof? Filmin başkahramanı Mustafa Ali, paraya ihtiyaç duymadan yaşadığını söyler. Oysa sahip olduğu her şey —evi, tarlası, hayvanları— bu “ihtiyaç duymama durumunun” teminatıdır. Yani aslında her şeyden önce bir mülk sahibidir. Bu durumda onun “özgürlüğü” mülkiyetin sağladığı bir güvenlik çemberinden konuşma lüksüdür. Çünkü toprağı olmayanın, evi olmayanın, ineği olmayanın, tavuğu bile olmayanın doğaya dönme şansı yoktur. Yani Mandıra Filozofu, sistemin tam dışına değil, kenarına yerleşmiştir. Sistemin içinde bir çatlak açmaz, sadece oradan dışarıyı izler. Eleştirisi yapısal değil, romantiktir. Parayı, mülkiyeti, üretim ilişkilerini değil; “kentli bireyin ruh hâlini” hedef alır. Kişisel gelişim kitaplarındaki gibi kitabın ortasından konuşur, Marks’ın belirttiği “altyapı”yı görmezden gelir. Böylece sınıf farkını görünmez kılar, bireysel farkındalıkla her şeyin çözülebileceğine dair bir yanılsama üretir. Çünkü bugünün Türkiye’sinde asgari ücretle geçinmeye çalışan, kirayı ödeyemeyen, doğayı görmeye bile fırsatı olmayan milyonlarca insan için “basit yaşam” bir seçenek değil lükstür.

Filmin yayınlandığı dönemden bugüne mülkiyet ilişkileri çok daha keskinleşti. Barınma hakkı sorunu daha büyük kitleleri kapsayınca durum bir kriz hâline geldi. Toprak, su ve doğa üzerinde sermaye baskısı arttı. Gelir dağılımı uçurumu derinleşti. Orta sınıf yok edildi. Bu ortamda “Mandıra Filozofu”nun önerdiği bireysel sadeleşme, artık neredeyse imkânsız bir lüks hâline geldi. Dolayısıyla film; günümüzden bakıldığında sisteme karşı değil, sistemin çeperinde yaşayanların huzuruna seslenen bir yapım olarak da okunabilir.

Covid 19 salgını dünyada sınıfsal farklılıkları daha fazla gün yüzüne çıkardı. Konut ve arsa fiyatları aldı başını gitti. Üzerine bir de Kahramanmaraş ve Hatay depremleri (2023) krizi daha da derinleştirdi. Yüzbinlerce insan evsiz kaldı, milyonlarca insan barınma ihtiyacı için büyük külfetin altına girdi. Kasım 2025’te resmî rakamlara göre zam oranı %37,15. Yine en son olarak Kasım 2025 verilerine göre Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yıllık enflasyonu %31,07 olarak açıkladı. Enflasyon Araştırma Grubu’na göre (ENAG) ise enflasyon yıllık %56,82 oldu. Bu can sıkıcı veriler ışığında filmin çekildiği lokasyondaki güncel arsa fiyatları gösteriyor ki küçük bir mülk sahibi olmak bile işçi sınıfı için artık ütopyadır. Durumun vahameti yalnızca deniz kenarı olan yerlerde değil, yoksul kentlerin kırsal bölgelerinde de aynıdır. Diyelim ki eve gerek yok, bir tiny house yeter. Onların fiyatları da hafife alınacak gibi değil. 32 metrekarelik en ucuz ikinci el tiny house fiyatı 380 bin lira civarında. 2-3 milyon TL’ye satılan ikinci el tiny house’lar da var.

2024 yılı verilerine göre Türkiye’de ücretli çalışan sayısı 15 milyon 73 bin 564 kişiydi ve yaklaşık 11,2 milyon kişi asgari ücretle çalıştı. 2025 yılında asgari ücret net 22 bin 104 liraydı. 2025’in Aralık ayında kredi faiz oranlarına bakıldığında %3,5’tan başlayıp 5,5-6’ya kadar çıktığı görülüyor. Kaldı ki cüzi bir miktarın üzerinde kredi verilmiyor ve uzun vade yapılmıyor. Özetle işçi sınıfına mensup olanların birikim yapması; ev, araba, toprak, yazlık vb. alması mümkün değil. Evden işe, işten eve kısır döngüsü içinde barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri onlar için “iyi sonuç” olacaktır. Yani emekçilerin geçimini sağlamak dışında -ki o da kolay sağlanmıyor- başka bir beklenti içine girmesi mümkün değildir.

Film, izleyicisine ilk bakışta kapitalist kent yaşamına bir alternatif önerir: Hırs ve ihtiraslardan uzak sade bir hayat, doğayla uyum, tüketim çılgınlığından arınma, dinginlik… Kent insanı “kandırılmış”, “yozlaşmış”, “paraya tapar” bir figür olarak çizilirken, köydeki karakter “doğruyu bilen”, “dingin”, “erdemli” bir kişidir. Bu zıtlık, yüzeyde bir “kent-köy” karşıtlığı gibi görünür ve sınıfsal durumları öne çıkaran bir ideolojik perspektif oluşturmaz. Mülksüz kentli emekçiler ya da sistemin dışına çıkma şansı olmayan alt sınıflar filmde hiç yer almaz. “Basit yaşam” önerisi, ancak belirli bir ekonomik güvenceye sahip olanların erişebileceği bir ayrıcalık olarak kalırken kent eleştirisi sınıfsal sınırlara ulaşmaz.

Filmin kentli karakteri, “parayı seçen” taraf olarak hep kaybeder. Oysa bugünün dünyasında parayı seçmemek artık bir karakter meselesi değil, bir imkân meselesidir. Mandıra Filozofu, bu yapısal gerçeği ıskalar; bireysel erdemi sistemsel eşitsizliğin önüne koyar. Böylece olay, aslında kapitalizmin vicdanını rahatlatan bir masala dönüşür: “Bak, istersen sen de sade yaşarsın” der  ama o sade yaşam için gereken mülkiyet koşullarını sorgulamaz. Köydeki filozofun bilgelik cümleleri, kentli izleyiciye kısa bir terapi etkisi yaratır ama hiçbir şeyi değiştirmez. Film bittiğinde biz yine kente döneriz; kiraya, faturalara, KDV’ye, ÖTV’ye, işe, yani sıkıcı hayatımıza…

“Komedi filmi ideolojik olmalı mıdır”, “hayatın acımasızlığı güldürürken de gösterilebilir mi” sorularının yanıtları çok eskilerden bu yana “evet” şeklinde verildi. Meddahlıktan, eski Yunan tiyatrosundan bu yana örnekleri çoğaldı. Yakın dönemde Charlie Chaplin 20. yüzyılda bu işin kitabını yazdı. Kemal Sunal’ın başrolde yer aldığı komedi-dram türündeki birçok filmde de kentli orta sınıfın, işçi sınıfının yoksulluğu, mülksüzlüğü, iş güvencesizliği izleyiciye aktarıldı. 1970’li yıllarda çekilen Kiracı, Garip, Yoksul, Ortadirek Şaban gibi filmler, izleyicileri güldürürken düşündürmeyi başardı. Özellikle de Orta Direk Şaban filminde geçen kısacık “hanimiş zeytin” repliği tiyatroda genellikle başrol oyuncusunun uzun ve tumturaklı konuşması olarak tanımlanan tirad kadar etkili oldu ve trajikomik bir sahne olarak akıllara kazındı. Günümüze geldiğimizde bu bağlamda kanaatimce en iyilerden olan Güneşli Pazartesiler (Los lunes al sol) filmi sınıfsal eşitsizliklerin en gülünç ve en acıklı halleriyle izleyiciye sunulduğu örnekti. Bunun yanı sıra orijinal adı El buen patrón” olup Türkiye’de “İyi Patron” adıyla gösterilen komedi-dram türündeki film, işçi sınıfının sorunlarını, emek-sermaye çelişkisini aktarmadaki başarısıyla kayda değer bir yapım olmuştu. Fernando León de Aranoa1 her iki filmin de hem senaryosunu yazdı hem de filmleri yönetti.

Edebiyatta insanokur, arkadaşokur gibi kavramlar vardır. Yani okurun esere nasıl yaklaşacağı, eserle ne ölçüde bütünleşeceği gibi durumlara göre okur tipleri değişebilir. Kimi eser de kendi okur ekolünü yaratmaya çalışır, bulmak ister. Okuru hangi mesafede tutacağını kendisi ayarlar. Bertol Brecht bunu tiyatroda yaptı, izleyicinin oyuna kapılmasını istemedi örneğin. “Belli bir mesafede kal, bunun oyun olduğunu bil” dedi. İzleyicinin gerçek özne olmasını istedi. Sinema izleyicisi için senaryo, diyalog, ses ve en çok da kamera teknikleriyle okurun filmin içine ne ölçüde gireceği, filme kendini ne kadar kaptıracağı hesaplanır. Güneşli Pazartesiler gibi filmlerde olayların parçası olursunuz, işçi sınıfının, prekaryanın bir parçası olursunuz. Bu film gerçek çatışmaları sergilerken onların mizansenini de yapar. Sanatın, hayat ve gerçeklikle bağı kuvvetlendikçe etkililiği artar. Mandıra Filozofu gerçeklerden tamamen kopuktur denilemez elbette. Fakat gerçeklik eksik kurulmuştur. Kent-köy çatışması, siyasetteki merkez-çevre çatışması kadar uydurma ve eklektiktir. İşçi sınıfının gerçek sorunu köye yerleşememek değil, hayatta kalamamaktır. Yani en temel insan hakkı olan yaşam hakkından başlayıp tamamını sayarsak buradan Çin’e yol olacak kadar uzayan bir listedir işçi sınıfının uzanıp uzanıp alamadıkları. Toprak artık elden ele dolaşan bir yatırım aracına, ev bir barınma hakkı olmaktan çıkıp bir “spekülasyon nesnesine” dönüştü. Artan gelir adaletsizliğiyle birlikte mülk sahibi olmak, doğaya yakın yaşamak bir hayal değil, sınıfsal bir sınır hâline geldi. Bu bağlamda Mandıra Filozofu, bugün yeniden izlendiğinde ironik bir anlam kazanıyor: Artık sade yaşam, sadece belli bir sınıfın ulaşabildiği bir “neo-lüks.”

1980’den sonra hem Türkiye’de hem de dünyada toplumu ortalama refahta buluşturma iddiaları, kişisel ‘köşeyi dönme’ hırsıyla ikame edildi. Zamanında orta sınıftan yukarı doğru tırmanmayı ifade eden “köşeyi dönme” günümüzde farklı bir versiyonla karşımızda. Kentin yabancılaştırıcı, iç bunaltıcı, sömürü düzeninden uzaklaşıp kendine yeni bir hayat kurmak isteyenler ülkenin batısı ya da güneyinde bir çiftlik edinip oraya yerleşmek istiyor. Yani “köye dönmecilik”, “yeni köşe dönmecilik” olmuş. Mandıra Filozofu 2014’te gösterime girdiğinde romantik rüzgârlar estirmişti. Fakat estirilen rüzgâr işçiden yana değil, burjuva sınıfından yanaydı. O günden bugüne ünlülerden çok fazla sayıda sanatçı, müzisyen, sermayedar, yazar vb. Bodrum, Fethiye, Seferihisar, Çeşme, Datça, Lüleburgaz gibi yerlerden büyük çiftlikler alarak organik besinlerini üretti, huzura erdi. Fakat gel gör ki işçi sınıfının bir çiftlik kurmak için, değil bu saydığım yerlerden Yozgat’tan bile toprak alabilecek gücü yok. Muhtaç olduğu kudret damarlarında var mıdır, onu da sahil bölgelerine yerleşmiş zamanının hızlı sendika “önderlerine” sormak gerekir. 2009’da tamamladığım yüksek lisans tezim akademisyenlerin örgütlenmesi üzerineydi. 220 sayfalık tezimi bir nüsha fazla çoğaltıp üyesi olduğum sendikanın akademisyen örgütlenmesinden sorumlu şube yöneticilerine vermiştim. 16 yıldır tarafıma herhangi bir geri dönüt gelmedi. Dolayısıyla bu sorumun yanıtı onlarda var mıdır, hiç sanmıyorum.

“Mandıra Filozofu”, bireysel farkındalık ve sade yaşam çağrısıyla sevilmiştir. Ancak eleştirel bir perspektifle bakıldığında film, mülkiyetin varlığını görünmez kılar. Sınıfsal eşitsizlikleri kişisel tercihlere indirger. Toplumsal çözümü bireysel kaçışta arar. Bu nedenle film, anti-kapitalist değil, “kapitalizmin vicdanını rahatlatan” bir anlatıdır. Gerçek bir sistem eleştirisi, Mandıra Filozofu’nun değil; mülksüz, güvencesiz ve doğayla bağ kurma hakkı elinden alınan insanların hikâyelerinde bulunabilir. Mülksüzlerin hikâyesini dinlemediğimiz sürece “basit yaşam” bir tüketim nesnesi, bir ayrıcalıktır.

 

  1. https://www.sinemalar.com/sanatci/47518/fernando-leon-de-aranoa