Kemal IRMAK
Eğitim Sen Genel Başkanı
Giriş
Eğitim sisteminin, önceden belirlenmiş hedefler doğrultusunda; biçim, içerik, öğretme-öğrenme sürecinde kullanılan yöntemler, söylemler ve materyallerin büyük ölçüde dini kural ve referanslara göre düzenlenmesi ve biçimlendirilmesi sürecini eğitimin dinselleştirilmesi olarak ifade etmek mümkündür.
Eğitimin toplumun geleceği açısından taşıdığı önem dikkate alındığına, Türkiye’de bir taraftan yoğun bir şekilde eğitimde ticarileşme ve özelleştirme uygulamaları artarken, diğer taraftan eğitim müfredatının biçimlendirilmesinden pratik uygulamalara kadar hemen her alanda dini öğeler, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim sürecine adım adım yerleştirilmektedir. Geçtiğimiz yıllar içinde, eğitim biliminin en temel ilkelerine açıkça meydan okunarak gerçekleştirilen dinselleştirme adımları, veliler ve öğrenciler üzerinde psikolojik bir baskı oluşturmaya başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında kurulduktan sonra batı dünyasını örnek almış ve laik ve bilimsel eğitime dayanan bir eğitim modeli benimsemiştir. Dini eğitim veren okullar kapatılmış, ayrı cinsiyetlere göre eğitime son verilerek karma eğitime geçilmiş ve eğitim sisteminde laik bilimsel anlayış benimsenmiştir. Din derslerinin seçmeli olduğu, bilim ve kültür derslerinin ağırlıkta olduğu eğitim sistemine yönelik dinselleşme müdahaleleri sık sık yaşanmış olmakla birlikte etkileri sınırlı olmuştur.
Türkiye’de eğitimde dinselleşme sürecini 12 Eylül 1980 darbesi ile başlatmak anlamlıdır. 12 Eylül’ün resmî ideolojisi “Türk-İslam Sentezi” doğrultusunda eğitim sisteminin yapılandırılması sürecinde zorunlu din dersi dayatması önemli bir rol oynamış ve eğitimde zor yoluyla bütün öğrenciler din dersi almak zorunda bırakılmıştır. Açık ya da gizli olarak desteklenen dini cemaat ve gruplar, hızla yaygınlaştırılmış, Kur’an Kursları ve İmam Hatip Okulları Türkiye’de eğitimin dinselleşmesi anlamında önemli ve etkili adımlar atılmıştır.
Türkiye’nin eğitim sistemi, özellikle 1980 sonrasından başlayarak, her alanda benimsenen ‘piyasa ve din eksenli’ politikaların da etkisiyle büyük ve köklü bir dönüşüm yaşamaktadır. Bu süreçte eğitimin anlamı, işlevi ve çocukların yetiştirilmesinde belirleyici olan bir yönüyle tamamen piyasacı, diğer yönüyle de dini muhafazakâr ideolojinin belirleyici olduğu bir eğitim sisteminin oluşturulmak istendiği açıktır.
Siyasi iktidarın 12 Eylül rejiminden miras aldığı ‘Türk-İslam sentezi’ yaklaşımı geçtiğimi 22 yıl içinde adım adım hayata geçirilmeye çalışılmakta, MEB’in proje ve protokoller üzerinden eğitim sistemi içine yerleştirdiği dini vakıf ve cemaatler tarafından okullar, yurtlar, kurslar vb üzerinden doğrudan iktidar desteği ile tıpkı bir örümcek ağı gibi bütün eğitim sistemini kuşatmıştır.
12 Eylül’ün baskıcı, otoriter zihniyetinin temsilcisi olduğunu her fırsatta kanıtlayan AKP, eğitimi dinselleştirme uygulamaları adına attığı adımlarla, 12 Eylül’ün en sadık mirasçısı olduğunu göstermiştir. Eğitimde yaşanan dinselleşme uygulamaları ile tek bir milliyetin (Türk), tek bir inancın (Müslümanlık) belli bir mezhebine (Sünni-Hanefi) göre, egemen bir cinsiyet (Erkek) üzerinden dini-muhafazakâr bir düşünce yapısıyla hayata geçirilmesi, etnik kimliği, inancı ya da mezhebi farklı olan toplum kesimlerine yönelik büyük bir ayrımcılık ve ötekileştirme aracı haline gelmiştir.
AKP iktidarında adım adım hayata geçirilen eğitimi hem içerik hem de biçimsel olarak dini kural ve referanslara göre biçimlendirme uygulamaları son yıllarda daha da somutlaşmıştır. Eğitim müfredatına bilim dışı müdahaleler, felsefe-bilim derslerinin azaltılması, otizmli ve zihinsel engelli çocuklara zorunlu din dersi getirilmesi, okul öncesi ve ilkokul öğrencilerinin camilere götürülmesi, din eğitiminin fiilen okul öncesine hatta kreşlere kadar indirilmesi vb gibi uygulamalar geçtiğimiz yıllarda eğitimin dinselleştirilmesi açısından öne çıkan uygulamalar olarak dikkat çekmektedir.
EĞİTİMİN DİNSELLEŞMESİNDE HEDEF KİTLE ÇOCUKLAR
Türkiye’de okul öncesi eğitimin zorunlu olmaması nedeniyle özellikle köylerde velilerin büyük bölümü servis ücreti, yardımcı personel ücreti vb. nedenlerle çocuklarını okul öncesi kurumlara gönderememektedir. Türkiye’de Sünni İslam’ın resmi temsilcisi Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ülke çapında açılan kreş görünümlü Kur’an kursları (sıbyan mektepleri) 4-6 yaş grubundaki okul öncesi çağdaki çocuklara ‘dini eğitim’ vermeye başlamıştır. Devlete ait okul öncesi eğitim kurumlarında velilerden aidat adı altında para talep edilirken, Diyanet’in açtığı kursların tamamen parasız olması dikkat çekicidir. Diyanete bağlı 4-6 yaş grubu Kur’an kursları fiilen dini eğitim veren okul görerek, okul öncesi eğitime alternatif hale getirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanı’nın yapmış olduğu bir açıklamaya göre 4-6 yaş grubunda 214 bin çocuk Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an kursları bünyesinde eğitim görmektedir.
İktidar, 12 yıl önce hayata geçirdiği eğitimde 4+4+4 düzenlemesi (4 yıl ilkokul, 4 yıl ortaokul, 4 yıl lise) ile kendi siyasal ideolojik hedeflerine uygun nesiller yetiştirmeyi hedeflemiştir. Ancak bununla da yetinmemiş, hedefini daha da büyüterek bilinçli ve programlı bir şekilde daha kolay ‘şekil verebileceği’ 4-6 yaş gurubuna yönelik dini eğitim etkinliklerinin önü açılmıştır. Bu durumun çocukların sağlıklı gelişimi açısından son derece tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarması kaçınılmaz olmuştur. Henüz oyun çağında olan, somut ve soyut düşünce yetileri gelişmemiş olan 4-6 yaş grubu okul öncesi eğitim çağındaki öğrencilere, hangi neden ya da gerekçeyle olursa olsun, dini eğitim verilmesi, Türkiye’nin de altında imzasının bulunduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ‘çocuğun üstün yararı’ ilkesi ile temelden çelişmektedir.
Her yaşın belli bir zihinsel olgunluk düzeyi, algılama düzeyi, muhakeme ve soyutlama düzeyi vardır. Bu nedenle de bilgi çocuğa aktarılırken önce çocuğun bu bilgiyi anlayabilecek kapasitede olması, ardından bu bilginin ağırlığı altında ezilmemesi, yanlış anlama dolayısıyla zarar görme ihtimalinin bulunmaması gerekir. Türkiye’de ‘din eğitimi’ pratiklerinde sıkça karşılaşıldığı gibi, çocuklarda korku, endişe, umutsuzluk, suçluluk duyguları yaratan, çocuğun dini bilgiyi edinmeye hazır olmadığı bir dönemde dini eğitimle karşı karşıya bırakılmasının çocuk üzerinde olumsuz etkilerinin olması kaçınılmazdır.
Pedagojik temele dayandırılmayan sürekli dini eğitimin en önemli sakıncası, çocuklara sürekli olarak korkunun öğretilmesidir. Bir davranışa yönelmek ya da başka bir davranıştan kaçınmak için dinde en önemli referans korkudur. En çok da günahtan korkmak öğretilir. Oysa çocukluk döneminde çocukların hatalar yapmaları, kendi doğrularını oluşturmadan önce içlerinden gelen her türlü sese kulak vererek, kendi kendilerine vicdan ve sosyal yargı geliştirmeleri önemlidir.
Gelişim çağının başında ve somut düşünme evresinde bulunan çocuklar açısından din eğitimi söz konusu olduğunda, pedagojik olmaktan uzak ve korku temelli bir eğitimde çocuklara ‘öğretilmeye’ çalışılan soyut kavramları anlamakta ve içselleştirmekte güçlük çekilmesi kaçınılmazdır. Örneğin bu yaş grubundaki çocuklar yaptıkları hatanın (günahın) cezası olduğunu öğrendiklerinde bir şeyi akıllarından bile geçirdiklerinde suçlu olduklarına inanıp, olup biten kötü şeylerin kendi hatalarından kaynaklandığına inanırlar. Bu suçluluk duygusu bir süre sonra çocukların içe kapanmalarına, depresif duygular geliştirmelerine, ölmek istemelerine kadar tehlikeli davranış bozuklukları yaşamasına neden olabilir.
MEB tarafından eğitim müfredatının dini değerler çerçevesinde biçimlendirilmesinden okullarda dini etkinlikler üzerinden somut uygulamalara kadar hemen her alanda dini öğeleri eğitim sürecine adım adım yerleştirilmektedir. Bu durumun son örneği Geçtiğimiz 22 yıl içinde, eğitim biliminin en temel ilkeleri ve öğrencilerin gelişim süreçleri yok sayılarak hayata geçirilen dinselleştirme adımları, öğrenciler ve veliler üzerinde yoğun psikolojik baskı oluşturmaya başlamıştır.
‘PİYASA VE DİN MERKEZLİ’ EĞİTİM DEĞİL, LAİK-BİLİMSEL EĞİTİM SAVUNULMALIDIR
Dünyanın her yerinde eğitim sistemi, toplumların temel değerlerinin çocuklara ve gençlere aktarılması üzerine kurulmuştur. Bu haliyle de eğitim sistemi ve okullar, aynı zamanda toplumsal ve kültürel değerlerin yeniden üretim yerleridir. Okulun kültürel üretimdeki özgün yanı, var olan toplumsal farklılıkların sınırlarını yeniden çizerek doğallaştırmasında odaklanır. Diğer taraftan okullar söz konusu farklılıkların sorgulanması ve eleştirisi için de ortam ve olanaklar sağlamaktadır. Bu anlamda okullar, aynı zamanda laik-bilimsel eğitimi savunanların ve bilim karşıtlarının sık sık karşı karşıya geldiği alanlardır.
Eğitim müfredatı içinde 9 yıl boyunca birer zorunlu ve 8 yıl 3’er de seçmeli olmak üzere, toplam 33 din dersi bulunmaktadır. Dünyada 12 yıllık zorunlu eğitim olan ülkelerin hiçbirisinde 33 din dersi bulmak mümkün değildir. İran İslam Cumhuriyeti’nde bile Türkiye’de olduğu kadar çok sayıda din dersi bulunmamaktadır. İmam Hatip Ortaokulu, İmam Hatip Lisesi, Hafızlık Okulu gibi uygulamalar bizzat MEB tarafından teşvik edilmekte, bu okullara yönelik açık bir kayırmacılık yapılmaktadır.
Türkiye’deki bütün eğitim kurumları, iktidarın ırkçı, mezhepçi, ayrımcı ve otoriter uygulamaları nedeniyle gerçek işlevlerinden hızla uzaklaştırılmıştır. İktidarın eğitim başta olmak üzere, toplumsal yaşamın bütün alanlarında uyguladığı baskı, şiddet ve dayatmacı uygulamalar, laik eğitime, eşit, özgür ve demokratik yaşama karşı açık bir meydan okumanın yaşandığını göstermektedir.
Toplumlarda din-eğitim ilişkisini büyük ölçüde din-devlet ilişkisi belirlemektedir. Başka bir ifadeyle, dini konular devlet üzerinde ne kadar güçlü bir etkiye sahip ise, eğitim sistemi üzerinde de o kadar yönlendirici ve dayatmacı olması kaçınılmazdır. Bu anlamda, dinin eğitim üzerindeki etkisini, var olan siyasal yapı ve iktidar ile kurulan ilişkilerden ayrı düşünmek mümkün değildir.
Laik eğitimde müfredat/öğretim programları, dini kural ve referanslara göre değil, bilimsel bilgiler üzerine kurulmak zorundadır. Öğretim programlarında tek ve değişmez doğru olmadığı, cansız maddenin bile bir yandan çözülüp dağılırken, diğer yandan da yeni biçimler altında örgütlenmekte olduğu anlatılmalıdır. Bu şekilde öğrenciler, eğitimde sıkça kullanılan dini söylemlerden farklı olarak, sürekli değişim gösteren gerçekliğin ‘tek ve değişmez’ açıklaması olamayacağını daha iyi anlayacaklardır.
Dinsel öğretiler, kendi dönemlerine özgü ve yerel özellikler gösterdiği için insanlığın tarihsel ilerleyişinde evrensel değerlerle çelişen yönleri sürekli olarak birikmiştir. Din eğitiminde dine göre kutsal olanın tek belirleyici olması, bilimin eleştirel çerçevesini ve toplumsal yaşamın en temel özelliklerini büyük ölçüde dışlamaktadır. Modern toplumun ve toplumsal gelişmenin temeli olan yaygın ve zorunlu eğitim, insanların eşitliğini, temel haklarını ve çocukların yararını gözetmeli, çocuk ve gençlerin kendini gerçekleştirebilmesi için mevcut bilgi birikimine ulaşmasına ve eleştirel düşünce becerisini kazanabilmesine olanak sağlayacak şekilde düzenlenmelidir.
Laik eğitimin önemli göstergelerinden birisi de ‘karma eğitim’dir. Karma eğitim sadece eğitim alanı ile ilgili olmayan, toplumsal, sosyolojik ve pedagojik açıdan çok yönlü özellikleri olan bir uygulamadır. Kız ve erkek öğrencilerin küçük yaşlardan itibaren bir arada okutulması, farklı cinslerin birbirini tanıması, farklılıklarına saygı göstermesi ve kadın erkek eşitliğinin okul çağlarından itibaren bilince çıkarılması açısından önemlidir. Bu şekilde daha dengeli kişilikler oluşmakta, farklı cinslerin birbirine ve farklılıklarına saygı göstermesi eğitim süreci içinde öğretilebilmektedir.
Karma eğitim karşıtlarının kız ve erkek öğrencilerin önce ayrı sınıflarda, daha sonra ayrı ayrı okullarda öğrenim görmesini istemelerinin arkasında yatan, çocukların cinsiyetlerine göre ayrı ortamlarda eğitilerek, dini eğitim üzerinden ‘günahlardan uzak tutulacağı’ inancıdır. Benzer yaklaşımı değerler eğitimi konusunda da gözlemlemek mümkündür. Eğitimin dini kurallara göre düzenlenmesini isteyenler, dini gerekçelerle kız ve erkek çocuklarının ayrı okul ya da sınıflarda eğitim görmesi gerektiğini savunmakta, değerler eğitiminden ise sadece ‘dini değerleri’ anlamaktadır. Okulların çocuklar için sadece eğitim değil, aynı zamanda sağlıklı gelişimleri açısından sosyalleşme alanları olduğu gerçeğini göz ardı etmektedirler.
Öğrencilerin eleştirel bir zihinsel yapı ile mi, yoksa kendilerine verilen bilgiyi aynen ezberleyerek kabul ettikleri bir eğitim yapısı ile mi yetiştirilecekleri sorusu önemlidir. Hiçbir toplum birbirinin aynı ve tamamen aynı inancı paylaşan insanlardan oluşmadığına göre, tüm inançlara aynı mesafede bulunması gereken devletin sadece belli bir dinin ya da inancın eğitimini vermemesi gerekir.
Laisizm, bilimsel bir kavramdır ve herkes için geçerli kuralları vardır. Ülkeden ülkeye laisizm yerleşmesi tarihsel ve sosyolojik açıdan farklılıklar gösteriyor olsa da hepsinin ortak özelliği, ‘Devlet ve din alanının birbirinden kesin olarak ayrılması, dinin devlete, devletin de din alanına müdahale etmemesi, birbirine dayatmada ya da yönlendirmede bulunmaması’dır. Devlet, dini kurallara dayalı kanunlar çıkaramayacağı gibi, insanların dini yaşantılarını olumsuz yönde sınırlandırıcı ya da olumlu yönde ‘teşvik edici’ uygulamalar yapamaz. Laik bir devlet, ‘dinlerin kuralları nelerdir, insanlar nasıl ibadet ederler, ibadeti nerede ve ne zaman yaparlar’ gibi konulara karışamaz. Karışırsa kişisel bir alan olan inanç alanına müdahale etmiş olur.
Laiklik; dinsel etkinliklerin, devlet ve ekonomik yaşamdan ayrı olarak ele alınmasını, devletin dinsel esaslara ve güce dayanmamasını, gücünü doğrudan doğruya halktan almasını öngören önemli bir kavramdır. Bu anlamda laiklik din düşmanlığı değil, aksine bütün inançların eşit koşullarda yaşamasının sigortasıdır. Dolayısıyla laik bir ülkede devlet, bütün dinler, inançlar ve inançsızlar karşısında tarafsız olmak, bütün yurttaşlara eşit mesafede durmak zorundadır.
Kamusal eğitimin önemli bir parçası olan ve insanı merkeze alan laik eğitim anlayışı tüm insanların eşit, saygıdeğer, öğrenmeye ve gelişmeye açık olduğunu savunur. Laiklik, devlet yönetiminin, eğitimin, hukuk kurallarının ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın dini kurallara değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Sonsöz
Eğitimi toplumsal bir olgu olarak ele alıp, bu olguyu tanımlayan değişkenlerin bütünsel bir çerçeve içinde analiz edilmesi önemlidir. Eğitim, bir bütün olarak içinde yaşanan toplumsal gerçekliği yansıtır. Soruna bu açıdan bakınca, son yıllarda eğitim sisteminde gözlemlenen köklü dönüşümlerin sadece mevcut iktidarın çeşitli düzeylerde yaptığı müdahalelerin ürünü olmadığı ortadadır.
Dünyanın her yerinde eğitim sistemleri, toplumların temel değerlerinin çocuklara ve gençlere aktarıldığı kurumlardır. Bu haliyle de eğitim sistemi ve okullar, aynı zamanda toplumsal ve kültürel değerlerin yeniden üretim yerleridir. Okulun kültürel üretimdeki özgün yanı, var olan toplumsal farklılıkların sınırlarını yeniden çizerek doğallaştırmasıdır. Diğer taraftan okullar söz konusu farklılıkların sorgulanması ve eleştirisi için de ortam ve olanaklar sağlamaktadır. Bu anlamda Türkiye’nin eğitim sistemi ve okullar, aynı zamanda laik eğitimi ve laik yaşamı savunanlar ile eğitimi ve toplumsal yaşamı dini kural ve referanslara göre biçimlendirmek isteyenlerin sık sık karşı karşıya geldiği mücadele alanlarının başında gelmektedir.
Eğitim sisteminde yaşanan dönüşümler, içinde bulunulan ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemin gelişim süreçlerinden ayrı ya da bağımsız değildir. Bu nedenle Türkiye gibi ülkelerde laiklik ve laik-bilimsel eğitim mücadelesi, okulda ve toplumda yürütülen başta çocuk hakları olmak üzere temel haklar, eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinden ayrı ele alınamaz.
Eğitim sistemi ve okullar ya tamamen egemen ideolojiye teslim edilecek ya da çocuk ve gençlerin nasıl bir eğitim alması, nasıl bir toplumda yaşaması isteniyorsa, onun için mücadele edilecektir. Sendikamızın varlık nedeni ve Türkiye’deki mücadelesi ‘piyasa ve din merkezli’ eğitime karşı kamusal, demokratik, laik, bilimsel ve anadilinde eğitimi savunma mücadelesidir.