Kemal İnal1
Din dersi, müfredatlardaki herhangi bir ders değildir. Çokça tartışılmasının nedeni, öğrenciye dini bilgi, kural ve değerleri, basitçe öğretmenin ötesinde, kamusal alanı kapsayıcı olma iddiasında bulunan önermeleri bir mutlaklık ve kesinlik dili içinde vermesinde yatar. Yurttaşlık veya Hayat Bilgisi gibi dersler, seküler hayatı etik-politik temeller üzerinden düzenlemeye kalkarken en fazla bir medeni trafik polisliği görevi yapar. Fizik veya Kimya gibi dersler ise pozitif bilgileri, gözlem ve kanıtlar üzerinden olgusal olarak aktarmakla yetinirler ancak öğrenciler üzerindeki etkisi, seküler çağın gücü açısından yoğun ve tartışılmazdır. Fakat din dersi, içerdiği güçlü kutsal, ahlaki ve metafizik yönleriyle bireyin tüm yaşamına bir yönelim çizme konusunda kapsayıcıdır. Din dersi için söz konusu olan, eğitimden (erziehung) ziyade yönelim vermektir (bildung). Bu kapsayıcılık da sorun yaratır çünkü yanıtlamaya çalıştığı çoğu soru, olgusal alana değer bazlı yaklaşımda bulunmayı içerir. Din dersinde, ister metafizik isterse olgusal olsun, yanıtlanmamış soru pek yoktur (çoğu yanıt tartışmalı olsa da). O yüzden öğrenci, belirli marjlarda çoğu dini bilgi ve değeri tartışırken ancak gündelik hayattaki karşılığını aramak bakımından bir çözümlemeye davet edilir. Çünkü kaçınılmaz değişim yani modernleşme süreçleri hemen her şeyi farklılaştırırken din derslerinde de bu değişimlere bir yanıt (çözüm?) verilmelidir. Başka hiçbir kurum din gibi/kadar değişimle sorun yaşamaz. Yaşamadı da. Ramazan aylarında tükenmek bilmeyen neyin (birçok yeni şeyin) orucu bozup bozmadığı soruları, bu değişime uyarlanma tutumunu ve sancısını yansıtır. Fakat dinin üstesinden gelmesi gerektiği soru(n)lar sadece ibadet ile ilgili değildir.
***
Hemen her toplumda pek çok tartışmalı konu vardır. Örneğin kürtaj, eşcinsellik, kadının kimliği ve statüsü, yeme-içme alışkanlıkları, giyim, spor (kız çocukların mayo giyip yüzmeleri gibi), kamusal alanlarda dinsel simgelerin temsili, çeşitli dini ayin veya ritüellere değin pek çok tartışma yaşanmaktadır. Bu tartışmalarda taraflar, tezlerini temellendirirlerken politika bilimi başta olmak üzere çeşitli disiplinlerden yararlanırlar. Sorun şu ki, bu temellendirmelerin neyin üzerine kurulacağı çoğu zaman tartışmalıdır. Örneğin kürtaj, insan vasfını kazanmış canlıya bir müdahale midir? Müdahale ise, bu bir cinayet sayılmaz mı? Yoksa kürtaj, bir kadın hakkı mıdır? Kürtaj gibi konularda son karar veya söz söyleme hakkı sadece, o bedene sahip olan kadına mı aittir? İntihar, Tanrı’nın/Allah’ın emrine karşı gelmek bakımından günah mıdır, yoksa değil midir? Bir eşcinselin öğretmen olması, kamusal alanda küçük çocukların ve gençlerin eğitimlerinde “kötü örnek” oluşturur mu, yoksa oluşturmaz mı? Buna benzer tartışma noktaları uzayıp gider. Tüm bu sorular, sekülerizm ve postsekülerizm bağlamında son yirmi yıldır Alman filozof ve sosyolog J. Habermas başta olmak üzere kimilerini fazlasıyla meşgul etti. Bu yazımda Habermas’ın bu tür tartışmalı konulara getirdiği kimi tezler çerçevesinde dinsel bilgi ve değerlerin kamusal alanda ve seküler sisteme, demokratik işleyişe zarar vermeden tercüme edilip edilemeyeceğini tartışacağım. Temel sorum şu olacak: Demokrasi gibi son derece yoğun prosedürel sistemin, küreselleşmenin yarattığı çeşitli sorunlara (bireycilik, sosyal çözülme, değerlerin aşınması vb.) karşı ayakta kalabilmesi ve dayanışma, hoşgörü ve katılım gibi değerlerini geliştirebilmesi ya da güçlendirebilmesi için dinin normatif değerlerine ihtiyacı var mıdır? Varsa, din dersi, bu ihtiyacı karşılayabilir mi? Yani din dersi, farklı kimliklerin demokratik sosyal entegrasyonunda olumlu rol oynayabilir mi? Kısaca din dersinde verilen bilgiler, seküler/demokratik sisteme tercüme edilebilir mi?
***
Kendisini liberal-seküler (Almanya) veya cumhuriyetçi-laik (Fransa) ilan etmiş olan ülkelerde de tartışma bitmiş değildir; bitmek bir yana, epey geriden günümüze yoğunlaşarak gelmektedir. Başta Marx ve Weber olmak üzere klasik teori, amansız kapitalistleşmenin (Marx) veya bürokratikleşmenin/rasyonelleşmenin (Weber) dini zamanla “arkaik kalıntı” haline getireceği varsayımında bulundu. Durkhiem temelli fonsiyonalist görüş ise, zamanla kendi içinde formüle ettiği modernleşme kuramlarıyla dinin, birey için modern hayatın içinde ağırlık, önem ve yönelimini kaybedip artık bir pusula görevi göremeyeceğini ileri sürdü. Buna göre dinin yerini bilim alacak, insanlar gündelik yaşamlarında bilimin icat ve yönelimlerine göre yaşayacaklardı. Etik yaşam yönelimi de, dine göre değil, bilime göre gerçekleşecekti. Modern ulus-devletin Aydınlanma temelli rasyonelleşmesiyle bireyler, artık geçmişe (dine) değil, ileriye doğru (gelecek bilimsel ve müreffeh yaşama) bakacaklar, bu konuda daha evrimci, yani doğal ve rasyonel bir tutum alacaklardı. Aydınlanma ile başlayıp on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda pek çok başarılı hamle (demokrasi, insan hakları, refah devleti, sanayileşme, kentleşme, bilimsel icatlar, gelişmiş eğitim, sanatsal ve kültürel yaratıcılık vb.) ile rüştünü ispatlayan parlamenter demokratik sistemler, laikliği sekülerleşme olarak kapsamlı biçimde sosyal yaşam içinde uygulanmasına zemin hazırladı. Buna göre din ile devlet işleri birbirinden ayrıldı, ruhban sınıfın politika ve hayat üzerindeki etkisi azaltıldı, din bireylerin özel alanlarına doğru çekildi/yönlendirildi, daha doğrusu sıkıştırıldı. Böylece Kilise, eski politik ve ekonomik gücünü yitirdi, büyük ölçüde simgesel bir kuruma dönüştürüldü. Bu süreç, Uzak Asya’nın “etik dinleri” için de neredeyse benzer bir eğilim izledi; bu bölge ülkelerinde inanç, kişinin başta ibadet olmak üzere çeşitli ihtiyaçlarını devletin karışmadığı ve hoşgörülü davrandığı alanda varlığını sürdürdü.
***
Ancak bu sekülerleşme (sosyal bir süreç olarak) ve laiklik (demokratik devlet politikası olarak) saf İslam ülkelerinde neredeyse hiç gerçekleşmedi. Bu ülkelerde devletin dini olarak İslam, başta hukuk ve eğitim olmak üzere hayatın tüm yönlerini düzenlemede temel kurum rolü oynamayı sürdürdü. Türkiye ve Tunus gibi ülkeler ise az-çok güçlü seküler ve laik sistemler yaratmayı başarabildiler ancak bu sistemler son yirmi yılda ciddi biçimde dönüşüme girmeye başladı. Öte yandan, Fransa’da dinsel simgelerin okulda temsili, Almanya’da okullarda ülkede meşru kabul edilen dinlerin derslerinin okutulması gibi çeşitli konularda tartışmalar ortaya çıktı. Fransa güçlü Cumhuriyetçi geleneğiyle yurttaşı hak ve ödevleri olan (akılcı) “birey” olarak kabul ederken laiklik sistemini politik yönetiminin temeli olarak kabul etmeyi sürdürdü ve “postsekülerizm”e izin vermedi. Almanya gibi kimi ülkeler ise, dini cemaatleri üst birlikler olarak meşru muhatabı kabul edip din derslerinin müfredatlara konulup okutulmasında örgütlü cemaatlerle işbirliği yaptı. İngiltere ise, entegrasyona yardımcı olacağı hasebiyle ülkede “şeriat hukuku”na izin verilmesi gerektiğini tartıştı, hatta bu yolda adım bile attı. Aslında her üç ülkenin sisteminde de asıl tartışma konusunun Hıristiyanlıktan ziyade İslam olması ilginçtir. Sanki Hıristiyanlığın demokrasiyle bir sorunu yokmuş gibi davranıldı. Ne var ki, sorun sadece bir din sorunu değil; İslam’ın içerdiği kültürel değerlerin (örneğin helal yemek, sünnet, kurban kesme, tesettür, şeri hukukla yargılanma vb.) Batılı değerlere aykırı ve ters olduğu ileri sürülerek din ile kültür meseleleri iç içe geçirildi. İslam sorunu giderek bir kültür meselesi olarak algılanıyor nicedir. Özellikle Batı’da. Sorun, İslam’ın Avrupa’da camide ibadetle sınırlı bir din olarak kalmayıp inancın seküler alanda çeşitli (farz, helal ve sevap) eylemlerle temsil edilmesinde ortaya çıkan kültürün gündelik hayatta nasıl ve ne ölçüde icra edileceğidir. Avrupa, dinin ibadet biçiminde özel alanda geniş temsiline hak tanırken, onun seküler hayatın içinde temsiline izin vermemektedir. Bu açıdan başörtüsü, sünnet, kurban, şeri mahkeme gibi pek çok konuda talep veya temsil istemi, Avrupa’nın İslam’ı kültürel açıdan geri ve demokrasiye düşman bir kurum olarak görüp kodlamasına yol açmaktadır. Habermas bu soruna bir çözüm önerir gibi görünmektedir. Peki, nasıl?
***
Modernizmin henüz çeşitli yeni eğilimler (postmodernizm, çokkültürlülük, kimlik politikaları vb.) sorgulanmadığı dönemlerde Batılı ulus-devletler için böylesi sorunlar pek yoktu; zira Batı, İslam ülkelerinden henüz kayda değer bir göç almamıştı. Yani kendi içinde, burnunun dibinde “Öteki”si ile karşılaşmamıştı. Ancak göçmenler, Batılı ülkelere akınca, kendi kimlikleri için bir yaşam tarzı taleplerinde bulunup “tanınma politikası” gereği kendi varoluşlarını tartışmaya açtıklarında İslam dininin Batılı seküler, Hıristiyan ve liberal sistemleri içinde nasıl temsil edileceği sorunu ortaya çıktı. Rawls, konuyu liberal sistemi eleştirerek tartışsa da, modernist/seküler bir düşünce geliştirdi. Habermas ise, Frankfurt Okulu’ndan gelen modernist ve seküler tutumunu 2001 sonrasında terk ederek Yahudi-Hıristiyan geleneğini güçlü bir dinsel arka plan olarak, artık kalıntısal bir şey değil, demokrasiyi etik temelde güçlendirecek kurum olarak görmeye başladı. Kısaca Habermas’a göre seküler değil, artık post-seküler bir toplumda yaşıyorduk ve liberaller, dinden demokrasiyi geliştirmek ve güçlendirmek adına bir şeyler öğrenebilir, ondan rasyonel biçimde yararlanabilirlerdi. Elbette Habermas’ın kafasında din olarak Yahudi-Hıristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı kurum vardı ancak yeni teorik çözümü İslam’ı da içeriyordu. Habermas, dinsel iletişimin seküler açıdan kabul edilebilir dile tercüme edilebileceğini ancak bunun için de dini cemaatlerin, seküler insan ve örgütlerle sosyal eşitliğe sahip olacaklarsa eğer, kendilerini sisteme uyarlamaları gerektiğine inandı.2 Ona göre din, artık post-seküler toplumda yaşadığımıza göre, ortadan kalkacak bir kurum değil, demokrasinin güçlendirilmesi için işbirliği yapılacak bir güçtür. Habermas, pragmatik bir yol önerir. Şöyle ki, ona göre post-seküler toplumlar ve seküler yurttaşlar, dinden, onun “ahlaki sezgileri”ni evrensel seküler dile tercüme ederek bir şeyler öğrenmelidirler: “Karşılıklı birbirini kabul etmek örneğin dindar ve seküler vatandaşların, kamuoyundaki tartışmalarda birbirini dinlemeye ve birbirinden öğrenmeye hazır olması anlamına gelir. İnsanların birbiriyle medeni ilişki kurması siyasi bir erdemdir ve belirli bilişsel yaklaşımların açığa çıkmasına neden olur. Bu yaklaşımlar talimatla değil, öğrenilerek kazanılabilir.”3 Bu anlamda o, “dinsel bilincin modernleştirilmesi” çağrısında bulunur.4 Çünkü ona göre dini gelenekler düpedüz akıldışı ve anlamsız değildir. O halde Habermas’a göre, inanan ve inanmayan yurttaşlar, dinsel ifadelerin dışındaki ahlaki ve etik kavramları evrensel olarak kabul edilebilir bir dile tercüme ederek hakikat yolunda bir işbirliği arayışına birlikte katılabilirler. Ancak bunun için herkesin, karşısındakini rasyonel olduğunu varsayması gerekir. Eğer insanlar birbirlerini rasyonel olarak görmezlerse, birbirlerini ne doğru ne de yanlış anlayabilirler. Bu da yetmez; ayrıca “ortak yaşam dünyalarının ufkundan, nesnel dünyadaki “bir şey”e “atıfta bulunabilmelidirler”“.5 Gadamer’in ifadesiyle “ufukların kaynaşması” gerçekleştirilmelidir. Yalnız burada bir sorun var: Giorgi’ye göre Habermas, dinden öğrenme konusunda son derece zayıf bir anlayış kabul etmektedir. Diğer birçok liberal kuramcı gibi o da, demokrasinin, dinsel perspektiflerin seküler sistemlerimizle (“asimile edilerek” veya “tercüme edilerek”) yakınlaşacağı (converge) ölçüsünde yararlanabileceğini farz eder.6 Burada iki temel problem var: Seküler/rasyonel sitem, dinsel bilgilerin dışındaki ahlaki ve etik kavramları öğrenme şeklinde özümlediğinde ne öğrenmiş olur? Bu özümleme (asimilasyon) veya tercüme işi, dinin demokratik entegrasyonunda bir işe yarar mı? Habermas aslında, tamamlanmamış bir proje olarak Aydınlanma’nın sekülerizm değil de, post-seküler bir rotaya oturması gerektiğini söylerken, seküler yurttaşların dini anlamaları konusunda onların sırtına bir yük yükler. Aslında yükleme ikilidir: Seküler (inanmayan) yurttaşlar dinden öğrenmeye açık olmalılar ancak dindar (inançlı) yurttaşlar da rasyonel/seküler sisteme kendi bilgilerinin tercüme (asimile) edilmesinde demokratik işbirliği yapmalılar.
***
Eğer dikkatli bakılırsa, Fransa’nın aksine Almanya’nın son yirmi yıldır yaşadığı dönüşümün Habermas’ın tezlerine dayandığı görülebilir. Almanya’nın birçok eyaletinde zaten çok uzun zamandan bu yana Katoliklik ve Protestanlık dersleri okullarda Kilise’nin yönlendirmesi altında devam etmekteydi. Buna göre bu derslerin içeriğinden materyallerine değin birçok aşamada Kilise, eyalet yönetimiyle derslerin tüm hazırlık ve icra aşamalarında kimi zaman eşit paydaş, kimi zaman da belirleyici oldu. Kilise, Alman eyalet yönetimlerinin atadığı din dersi öğretmenini (ki bu öğretmen o dine/mezhebe mensup olmalı ve o dine kesinlikle inanmalıdır) yeterlilik açısından sorgulayıp gerektiğinde değiştirilmesi veya eğitimden geçirilmesine karar verebilir. Ancak bu derslerde seküler sisteme aykırı şeyler okutulamaz (Ne var ki bu söz, teoride kalmak zorundadır). Bu dersi almak istemeyen öğrenciler etik dersini alabilirler. Almanya’da İslam cemaatlerinin üst, meşru kabul edilen ve tek örgütleriyle de yapılan sözleşme neredeyse aynıdır. Ancak İslam derslerinin, Katoliklik ve Protestanlık derslerinden önemli bir farkı vardır. Hıristiyanlık, Alman uygarlığı ve kültürünün kurucu unsurlarından biri olarak görüldüğü için (Habermas böyle görür mesela) bu dersin (ve de dinin) üzerine ekstra bir yük yüklenmez; oysa İslam derslerinin Alman okullarında müfredatlara konulmasının iki temel hedefi/yüklemi vardır: Müslüman kökenli (Alman) öğrencilerin Alman seküler sistemine entegrasyonlarını güçlendirmek ve onların çeşitli sıfatlar altında (” cihatçı”, “terörist” vb.) şeklinde radikalleşmelerini önlemek. Dolayısıyla İslam din derslerinin post-seküler döneminde Habermas’ın hesaplamadığı hedefleri vardır veya olmalıdır. Bu anlamda İslam din dersleri Alman okul sisteminde araçsaldır. Fakat asıl sorun şu: Almanya gibi son derece seküler, hatta laik bir ülkede İslam din derslerinde/dersleriyle, Habermas’ın murat ettiği “dinsel bilgilerin etik ve ahlaki bağlamda seküler değerlere tercüme edilmesi” gerçekleşmekte midir? Bunu şahsen bilmiyorum ancak bu konuda şu anda Almanya’da bir çalışma yürütüyorum. Fakat İslam’ın sistemik (inancın bir dünya dini olarak kapsayıcı) özelliğinden dolayı Batılı seküler/laik sistemle uyuşmayan pek çok demokratik hakkın inşası ve ifadesi/temsili, İslami kültür ve kimlikle çelişki içindedir. Bunu somutlaştırmak için şöyle bir örnek vereyim: İslam dini eşcinselliği lanetlemiş ve günah saymıştır. Oysa Batılı ülkelerde eşcinsellik bir kimlik tercihi olarak insan hakkı olarak kabul edildi ve müfredatlarda/derslerde normal bir olgu olarak anlatılmaktadır. Pek çok öğrenci eşcinsel aileler içinde yaşamaktadır. Avrupa pedagojik sisteminde artık eşcinsel bir öğretmenin işinden atılması söz konusu olamaz bile (Türkiye’de kolayca atılır). Avrupa’daki Müslüman kökenli bazı öğrencilerin muhtemelen eşcinsel öğretmenleri vardır veya bir aşamada olabilir. Bu durumda bir Müslüman öğrencinin, eşcinsel öğretmenini reddetme (ondan eğitim almama hakkı) var mıdır? Batılı demokratik sistem bir yandan bunu insan hakkı olarak kodlayıp kabul ederken, öte yandan aynı demokratik sistemin kazanılmış bir hakkı olarak temsiline ve dolayısıyla o hakka karşı eylemleri durdurma hakkını kendinde görebilmektedir. Yalnız İslam burada tikel davranır; eşcinselliği kendi dini içinde günah sayıp kabul etmez ancak Batı ise insan haklarının evrenselliği ilkesi üzerinden bu kimliği kamusal alanda temsili gereken bir hak olarak görür (elbette katı muhafazakârlar hariç olmak üzere). Ancak şu da bir gerçek ki, politik alanda mücadeleyle kazanılan pek çok hak, bir yönüyle Batılı değerler sisteminin veya kültürünün/uygarlığının bir parçasıdır. Habermas bu konuda ödün vermez; liberal devletlerin seküler sistemini savunur ancak farklı olanın da sistem içinde temsili için seküler yurttaşlardan çeşitli görevler (dinden öğrenme, inanan insana hoşgörü gösterme vb.) bekler. Hıristiyanlık için az-çok kolay olan bu görevlendirme, İslam gibi farklı kültür ve politik temellere dayanan dinlere gelince iyice zorlaşmaktadır. Peki, Hıristiyan değerleriyle örülmüş Batılı sistemlerde hâl böyleyken kendini laik, sosyal ve hukuk devleti ilan etmiş Türkiye’de durum nedir?
***
Türkiye’de din dersleri okul müfredatlarında zorunlu bilgi olarak verilir: “Din Bilgisi”. Bir kere dersin zorunlu olması, inanmayan veya bu dersi almak istemeyen milyonlarca öğrenci ve velisi için bir insan hakkı ihlalidir. Öte yandan bu dersin, tarafsız değil de, taraflı ve doktriner (öğreti aşılama) bir şekilde verilmesi de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından defalarca deklare edildi ve bu durumun değiştirilmesi istendi. Dindar aileler de çocuklarının din dersini almalarını bir insan hakkı olarak görmektedirler; tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi. Sorun, eğer bu bir hak ise, bunun özel alandan (birey, aile vb.) kamusal alana (resmi/devlet yönetimi alanına) nasıl taşınacağıdır. Dindarların bir kesimine göre Türkiye, yüzde 99’u Müslüman bir ülke olduğu için İslami esaslara göre yönetilmelidir. Yani laiklikten vazgeçilip ülke şeri hukuka göre idare edilmelidir. Ancak buna karşı ülkenin neredeyse büyük çoğunluğu, laiklik ve seküler bir yaşam yanlısıdır. Çoğu insan, Batılı normlara göre yaşamakta veya öyle yaşamaya çalışmaktadır. Üst katta, devlet yönetiminde laiklik epey bir zayıflatılmış olsa da, Türkiye hâlâ büyük ölçüde laik ve seküler bir ülkedir. Giyiminden yeme-içme alışkanlıklarına değin yurttaşların çoğu, her seçimde, din eğilimli partilere oy verseler bile, seküler yaşamdan vazgeçme eğiliminde değildir. Kadın-erkek karışık yaşama ve çalışmadan tutun da pek çok seküler yaşam biçimi, ülkemizde hâlâ farkında olmadan olsa bile, sürdürülmektedir. Yani bir devleti tanımlama ve yönetim biçimi olarak laiklik aşınmış olsa bile sekülerlik toplumsal bir eğilim ve süreç olarak egemendir. Sorun da tam burada ortaya çıkmaktadır. Bir parça batılı ülkelerde olduğu gibi. Okullarda okutulan din bilgileri, eğer ileride de okutulmaya devam edilecekse, bu seküler hayata nasıl uyarlanacak? Madem bu öğrenciler, din derslerini aldıktan sonra hayata karışacaklar (aslında dersi alırken de hayatın içindedirler), o zaman din dersleri onlara yaşamlarında karşılaştıkları sorunları çözebilecekleri konusunda bir şeyler öğretmekte midir? Kuşkusuz bir şeyler öğretmektedir ancak seküler yaşamda karşılaşılan sorunlara ne tür çözümler önerdiği üzerinde durulmalıdır. Din dersinden çoğu zaman soyut biçimde çeşitli erdemlerin (iyi ve dürüst olmak, namuslu davranmak, hırsızlık yapmamak vb.) ahlaki olarak aşılanması biçiminde öğrenciler bir şeyler öğreneceklerdir. Ancak İslam dini, soyut bir takım ahlaki erdemlerin bireye aşılanmasını yeterli bulmakla yetinen bir din değildir. “Tebliğ” kurumu gereği dünyadaki her insan, “hak yolunu bulması” için Müslümanlaştırılmak zorundadır. Müslüman olmayanların “kafir” olduğuna inanan insan sayısı hiç de az değildir. Elbette bu durumda inanmayan veya başka dinlere inananların Müslümanlaştırılmasının yol ve yöntemleri değişiktir: IŞİD gibi barbarca yöntemlere sapanları biliyoruz ancak bu iş için politika kurumunu incelikle kullananlar da mevcut. Fakat sorun şu: Hızla değişen bir yaşam içinde din dersleri, dinin alanına müdahale ettiğini düşündüğü yeni gelişmelere karşı (örneğin insan klonlama, yaratıcı Tanrı’nın/Allah’ın işine karışmak, şirk koşmak değil midir? İnsana protez takmak mesela? Organ nakli yine?) nasıl bir tavır alacaktır? Hıristiyanlık bu konularda güçlü seküler, demokratik ve bilimsel yönetimlerle bir uzlaşma yolunu seçti ve seçmektedir çoğu zaman. Örneğin Kilisenin eşcinsellik, diğer dinler ve göçmenler konusunda daha hoşgörülü bir tutum almasında olduğu gibi. Ancak Müslümanlarda güçlü Allah, öte dünya mahkemesi, cehennem, ahiretlik vb. korkusu/inancı, bu tür günah ve haram olan veya farz olmayan konularda uzlaşmayı neredeyse imkânsız kılmaktadır. O yüzden Türkiye gibi ülkelerde zaman zaman gençlerin agnostisizm gibi inanç biçimlerine kaydığına dair haberler okuyoruz. Ya da İslam ülkelerinin gençlerinin, demokratik ve müreffeh yaşam biçimi ve imkanları nedeniyle kitleler halinde Hıristiyan Batılı ülkelere göç ettiklerini görüyoruz. Kuşkusuz Hıristiyan olmak için değil, oranın maddi imkanlarından yararlanmak için. Yani bütün dünyada Batılı ülkeler, çeşitli sorunlardan (partizanca yönetim, yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, savaşlar, terörist saldırılar, doğal afetler vb.) bunalıp Batılı ülkelere gitmeye çalışan göçmen, mülteci veya sığınmacı dediğimiz insanların akışının varılmak istenen noktasını oluşturmaktadır.
***
Din derslerinin zorunlu değil, seçimlik olarak verilmesinde fayda olduğunu düşünmekteyim. Din, insanlar üzerinde önemli, yaygın ve etkili bir kurum. Son tahlilde bir (yanlış) bilinç biçimi veya ters dünya bilinci (Marx) olsa da, etkisi ve kapsamı nedeniyle bu konunun okullarda öğrencilere bilimsel bir şekilde (sosyolojik, antropolojik, psikolojik, politik vb.) okutulması, insanın inanma ihtiyacının olup olmadığının ve bunun nasıl gerçekleştiğinin bilgisinin çeşitli tarih, mekan ve kültürlerde nasıl biçimlendiğinin bilgisinin verilmesi yararlı olabilir. Ancak din, sadece bir bilgi verme işine indirgenemez; din, bir değerler alanıdır, yani normatiftir, kural koyar ve yaptırım uygular. Seküler sistemde devletin demokratik biçimlenmesinde politika yapma tekeli elbette mutlak değildir ve bireyler ile onların örgütlerinin demokratik eylemlerine göre aşağıdan yukarıya doğru şekillenmelidir. Habermas, sivil alandaki bireylerin eylem alanına “yaşam dünyası” (Lebenswelt) adını verdi. Bu informal, sivil ve aşağıdan örgütlenen alanın yukarıdaki sistemi etkilemesi kaçınılmazdır. Bu alanda elbette dinsel talepler olacaktır. Bu taleplerin seküler alana tercümesini mümkün kılacak kanallar açık tutulmalıdır ancak bu taleplerin devlet yönetimi üzerinden mutlaklaşıp tekel kurması da önlenmelidir. Eğer bu tercüme işi başarılırsa, din sistem içinde demokratik entegrasyonu güçlendiren bir kurum rolü oynayabilir. Ancak bunun hiç kolay olmadığını, en azından İslam dini örneğinde biliyoruz. Neredeyse tüm İslam ülkelerinin yönetimlerinin yozlaşmış olması, Habermas’ın dediğinin aksine bu tercüme işinin sadece din ile değil, başta politik ve ekonomik çıkarlarla iç içe geçtiğini gösteriyor bize. O yüzden seküler sistem, laiklikle güçlendirilmelidir; kaldı ki, aslında seküler yaşam tercihi laik bir yönetimi gerektirir. Din derslerinin içerdiği gündelik hayata ilişkin bilgiler (inanç kaideleri dışında) seküler hayatla çelişmemelidir. Bu da derin ve güçlü bir hoşgörüyü gerektirmektedir. Örneğin din dersinde, klonlama, aşı, protez, organ nakli, kürtaj gibi konular dinsel değil, bilimsel açıdan tartışılmalıdır. Tabii tartışılabilirse eğer. Dinler bu tür eylemleri günah olarak görebilir ancak bunlar, yaşamın gerçekleridir. Din, bu olgusal gerçekliğin insan üzerindeki belirleyiciliğini yok sayamaz. Bu yüzden ona göre tutum almalıdır. Habermas’ın dediği gibi: “Dindar vatandaşlar ayrıca, seküler bilginin kendi anlamına ve bilimsel uzmanların toplumsal olarak kurumsallaşmış bilgi tekeline bir epistemik yaklaşım bulmalıdır.”7 Yine Habermas’ın dediği gibi, rasyonel söylemin zorlayıcı iletişim biçimi, kişileri veya diyaloga girenleri kendi bilişsel bakış açılarının odağından gitgide çıkmaya zorlar.8 Dinsel açıdan tartıştığımızda, belli bir dinin değerlerine göre hüküm verdiğimiz için ortak, güçlü ve rasyonel bir argüman üretemeyiz. Bu da uzlaşmayı engeller. Habermas’ın dediği gibi, rasyonel söylem, uygun işlem olarak ortaya çıkmalıdır. Rasyonel söylem, “etkilenen herkesin kapsanmasını ve bütün çıkarların eşit ölçüde dikkate alınmasını güvenceye alan bir süreç oluşturur.”9 Kantçı bakış açısıyla akıl, ahlaksal eylemler için kurucudur. Nesnel şeyler dünyası ile öznel tasavvurlar dünyası arasında mutlak bir karşıtlık yerine, akıl üzerinden bir geçiş yolu kurulabilir. Ne var ki, elimizde bu işi başaracak akıldan başka da bir şey yok.
***
Klonlamayı günah saydığınızda, Habermas’ın “iletişimsel akıl” dediği diyaloga kapı açıp farklı fikirlerdeki yurttaşların çeşitli görüşlerini temsil ettiği uzlaşımsal bir alanın kapısını açmamız mümkün değil. Konuya dair Habermas, “en güçlü argüman”ın ortaya çıkmasını, bireylerin sivil alandaki yaşam dünyalarında özneler arasında (intersubjective) gerçekleştirdikleri uzlaşımsal (hoşgörülü vb.) eylemlerinin varlığı ve kimliklerinin temsiline dayandırır. Habermas şöyle der: “Siyasi, bilimsel veya yazınsal tartışmalara katılmanınsa başka bir amacı vardır. Bir konu üzerinde uzlaşmaya varmak, bu bağlamda bilişsel olarak kendini sergilemenin yerini alır. Bu durumda, kamu izleyicilerinden veya dinleyicilerinden oluşan bir uzam değil, birbirine soru yönelten ve soruları yanıtlayan konuşmacılardan ve muhataplarından oluşan bir uzamdır. Söz konusu olan, bakışları üzerine toplamak değil, açıklamaları değiş tokuş etmektir. Ortak bir konuya odaklanan tartışmaların katılımcıları, özel yaşamlarına adeta sırtlarını dönerler. Kendilerinden bahsetmeleri gerekmez. Kamusallık ve özel alan birbirine karışmaz, tersine birbirini tamamlayıcı bir ilişkiye girer.”10
***
Ancak tartışma, diyalog ve müzakerelerle ortaya çıkması beklenen ikna edici en güçlü argümanın çoğu zaman ortaya çıkmadığını da görmek lazım. Çünkü evrensel bir etik yerine, güçlü kimliksel çıkarlarımız bizi hâlâ kendi örgütümüz ve bireyselliğimiz içinde tutmaya devam etmektedir. Kimliği savunmak, modern bireyin bir niteliği olan özdüşünümü önemli ölçüde engellemektedir. O yüzden Türkiye’de din dersleri kamusal alanda (okullarda) bir “din bilgisi” olarak okutulmalıdır; “İslam dersi” olarak değil. Kuşkusuz bu derste İslam’a yer verilmelidir ancak bir bilgi olarak. Yönlendirici değer (bildung anlamında) olarak verdiğimizde, ister istemez İslami değerler ile seküler hayat arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözmek zorunda durumunda buluruz kendimizi. Örneğin klonlama konusu, bir din bilgisi konusu değildir (elbette din bilgisi öğretmeninin bu konuda söz söyleme hakkı vardır ancak dine göre bir hüküm veremez; verse bile bir işe yaramaz); biyolojinin konusudur. Dinlerin böylesi çapraşık bilimsel konulara girmesi, altından kalkamayacağı bir yükü yüklenmesine neden olur. O zaman da klonlamanın dinsel değerlere tercümesi mümkün olmaz; tersi de. Günah, hayır, sevap vb. kriterler, akılcı bir argümana erişmeyi imkânsız kılar çünkü tartışmayı daha en baştan kapatır. Yukarıda verdiğimiz Habermas’ın alıntısını yinelemekte fayda var: “Rasyonel söylemin zorlayıcı iletişim biçimi, … katılımcıları kendi bilişsel perspektiflerinin odağından gitgide çıkmaya zorlar.”11 Zaten modernleşme veya sekülerleşmenin dinler üzerindeki en büyük etkilerinden biri de, dindarları özdüşünümsel davranmaya itmesidir. Özdüşünüm, hiç olmazsa, “tek din” içinde çoğul inanç biçimlerinin değişik yaşam perspektifleri geliştirmesini mümkün kılar. Bu, dindar bir öznenin, diğer insanlarla öznelerarası bir iletişime geçmesini şart koşar. Dinler artık seküler dünyada yorumlama tekeline eskiden olduğu gibi sahip değildir. Dinler, bir dünya görüşü, kapsamlı öğreti vb. olabilir ancak ortak epistemik zemin sadece akıl üzerine kurulabilir. Habermas’ın şu görüşüne katılmak mümkün değil: “Akıl dine sınır çekmez, tersine dinsel deneyim akla sınırlarını işaret eder.”12 Oysa bu mümkün olamaz. Dinlerin rasyonalitesi dinle sınırlı olduğu için akla bir yönelim vermesi, sınır getirmesi mümkün değildir. Akıl ve bilimle dile getirilen önermeler (hatta teori ve yasalar) seküler yapı içinde yanılabilir ve değiştirilebilir nitelik taşıdığı halde inanç, kesinlikler üzerinden gider. Kesinlik, başka, olası ve farklı kapıların açılmasını engeller. Zaten, Habermas’ın da belirttiği gibi modern/seküler toplumlarda dinsel kesinlikler artık daha çok düşünümsel bir baskıya maruz kalmaktadır. Çünkü dini bilinç, modernliğin üç meydan okumasına (dini çoğulculuk, modern bilimlerin yükselmesi, pozitif hukuk ve dünyevi toplum ahlakının sözünün geçmesi) maruz kaldığı için bir biçim dönüşümü geçirmek zorunda kaldı. Geçmişte dine göre meşrulaştırma yerini artık, dinin kendini aklın ve seküler sistemin taleplerine uydurmaya doğru bıraktı. Bu da dindar bireylerin, kendi yaşamlarını seküler sistemin gereklerine (pozitif hukuk, demokratik çoğulculuk, bilimsel gerekçelendirme vb.) uydurma konusunda onları daha fazla özdüşünümsel çaba içine sokmaya zorlamaktadır.
***
Almanya’da din derslerinin eyalet yönetimi ile dinsel cemaatler arasındaki müzakerelerde muhtemelen bu özdüşünümsel çabanın örnekleri yaşanmış olmalıdır. Bunun İslam din dersi için de ne ölçüde ve nasıl gerçekleştiği bir soru işaretidir. Avrupa’daki Müslümanlar, seküler sisteme tehdit olmadıklarını kanıtlamalıdır, tersi değil. Kant’ın açtığı yolda bilgi, artık inançtan ayrılmalıdır. Modernliğin kazanımlarıyla kendine dönen birey, Hegel’in belirttiği gibi, edindiği özbilinç, kendi kaderini belirleme ve kendini gerçekleştirmeyle aklını daha fazla ve etkili biçimde kullanmaya başladı. Dinler her ne kadar modernliğin kazanımlarının baskısına maruz kalsalar da, bir biçimde sabit bir inanç olarak kalmaya çalışırlar; oysa modernlik, artan ve karmaşıklaşan bilgiler sayesinde kesinlik ve hakikat arayışını yenilik, yorum ve yenileme gibi mekanizmalarla arka plana iter. Dinler artık kendilerini metafizik iddialarla değil, olgusal gündelik hayatı meşgul eden sorunlarla haşır neşir olmakla bulmaktadır daha çok. Bu, bir tür modernleşme olan sekülerleşmenin başarısıdır. Din özgürlüğü, artık bir insan hakkı olarak kabul ediliyor olsa da, herkesin eşit ölçüde saygıyı hak ettiğini kabul ederek Öteki’lerin bakış açısını hesaba katmalıdır. Bu açıdan seküler/laik bir ülkede din dersinde, din öğretisi, Rawls’un ifadesiyle “kapsamlı öğreti” olarak, farklı yaşam biçimlerini ele alıp onlara saygı duymalıdır. Bu yapılmadığında dinlerin o eski hastalıklı değerlendirmeleri (başka inananları sapkın, kafir vb. olarak niteleme) ortaya çıkar. Bunun böyle olmaması için modern demokratik devletler zaten epey bir mekanizmayı çoğulculuk, farklı olanın temsili vb. adına devreye soktular: Farklı gruplara yerel yönetimlerde kendi kendilerini yönetme hakkının verilmesi, kültürel azınlıklara özel idari haklar bahşedilmesi, kadın ve azınlıklar için kota düzenlemeleri, anadili programları ve okul eğitimi için sübvansiyonlar, dışlanan grupların simgelerinin temsiline izin verilmesi vb. Kimine göre bunlar, çokkültürlü toplumlarda görülen demokratik uygulamalardır. Kültürel haklar verme, bir tür tanınma politikasının ete-kemiğe büründürülmesidir. Ancak bu tür politikalar üst yönetim kademelerinde politik anlaşmanın kolektif uygulamaları olarak meşru kabul edilse de, sosyal yaşamın en dip hücrelerinde yer alan kişiler arası ilişkilerin değiştirilmesi gerekir. Bir dönem “multi-kulti” olarak tarif edilen Almanya’da Neonaziler ve aşırı sağcı parti AfD’nin alabildiğine çok güçlenmesi, bunun dipteki ilişkilere değin inmediğinin bir örneğidir. Çokkültürlülüğün hedefi, Habermas’ın ifade ettiği gibi, eşit üyelerin birbirlerini karşılıklı olarak tanımasıdır. Oysa örneğin Türkiye’de yıpranmış laik devlet, şu anki hükümetiyle Alevi yurttaşlarını tanımamaktadır (Cemevi örneğin camiler gibi devlet yardımı alamamakta, ders kitaplarında bir ibadet yeri olarak kabul edilmemektedir). Habermas, bu tür sorunların iletişimsel eylemle (özneler arası diyalog ve iletişimle) çözülebileceği konusunda son derece iyimserdir. Oysa politika, bir güç işidir. Gücünüz varsa, kimliğinizi ayrımcı politikalara dayatıp tanınması için kabul koşullarının oluşmasını sağlıyorsunuz (elbette bu kimlikler çoğulluğu içinde evrensel bir demokratik ve etik sistemin nasıl kurulacağı hâlâ ciddi bir sorun olarak önümüzde durmaktadır). Bu, çoğu zaman, TV’lerde tartışmaktan ziyade sokaklarda eylem yapmayı gerektiriyor. Ancak sokakta eylem yapsanız da, karşınızdakiyle bir şekilde konuşmanız gerekiyor. Bu konuşmanın demokratik kalıplarda gerçekleşmesi için seküler yaşam tarzı üzerine temellenen epistemik bir bakışı biz ancak akıl ve bilim üzerinden kurabiliriz. Din bilgisi dersi ise inanç ve bilgi ayrımına giderek, inancın mutlak otoritesi yerine, bilgilerin seküler yaşam içinde değişen seyrine göre inancın alabileceği esnek yapılanmalar üzerine kafa yormalıdır daha çok. Bunun için elbette dindarlar kadar seküler yurttaşlar da kafa yormalıdır. Her tercüme işi bir yorumdur aslında ancak yorumlarda nesnelliğe ne kadar yakın olursak, kurduğumuz yapı da o kadar sağlam olur.
1 Helmut Schmidt Üniversitesi (Almanya)
2 Lars Rhodin, Habermas and Religious Communication:The Insufficiency of the Translation Proviso, Religions 2017 (8): 1-14.
3 Jürgen Habermas, Doğalcılık ve Din Arasında. Felsefi Denemeler, çev. Ali Nalbant, İstanbul: YKY, 3. Baskı, 2019, s. 9.
4 Giorgi Areshidze, Taking Religion Seriously? Habermas on Religious Translation and Cooperative Learning in Post-secular Society, American Political Science Review (2017) 111: 724–737.
5 Habermas, age, s. 33.
6 Areshidze, age, s. 10
7 Habermas, age, s. 134.
8 Habermas, age, s. 84.
9 Habermas, age, s. 51.
10 Habermas, age, s. 16.
11 Habermas, age, s. 84.
12 Habermas, age, s. 226.
text/plain;charset=utf-8
8bf0
DİN DERSİ, KAMUSAL ALAN VE LAİKLİK
Dinsel Değerler Seküler Dile Tercüme Edilebilir mi?
Kemal İnal1
Din dersi, müfredatlardaki herhangi bir ders değildir. Çokça tartışılmasının nedeni, öğrenciye dini bilgi, kural ve değerleri, basitçe öğretmenin ötesinde, kamusal alanı kapsayıcı olma iddiasında bulunan önermeleri bir mutlaklık ve kesinlik dili içinde vermesinde yatar. Yurttaşlık veya Hayat Bilgisi gibi dersler, seküler hayatı etik-politik temeller üzerinden düzenlemeye kalkarken en fazla bir medeni trafik polisliği görevi yapar. Fizik veya Kimya gibi dersler ise pozitif bilgileri, gözlem ve kanıtlar üzerinden olgusal olarak aktarmakla yetinirler ancak öğrenciler üzerindeki etkisi, seküler çağın gücü açısından yoğun ve tartışılmazdır. Fakat din dersi, içerdiği güçlü kutsal, ahlaki ve metafizik yönleriyle bireyin tüm yaşamına bir yönelim çizme konusunda kapsayıcıdır. Din dersi için söz konusu olan, eğitimden (erziehung) ziyade yönelim vermektir (bildung). Bu kapsayıcılık da sorun yaratır çünkü yanıtlamaya çalıştığı çoğu soru, olgusal alana değer bazlı yaklaşımda bulunmayı içerir. Din dersinde, ister metafizik isterse olgusal olsun, yanıtlanmamış soru pek yoktur (çoğu yanıt tartışmalı olsa da). O yüzden öğrenci, belirli marjlarda çoğu dini bilgi ve değeri tartışırken ancak gündelik hayattaki karşılığını aramak bakımından bir çözümlemeye davet edilir. Çünkü kaçınılmaz değişim yani modernleşme süreçleri hemen her şeyi farklılaştırırken din derslerinde de bu değişimlere bir yanıt (çözüm?) verilmelidir. Başka hiçbir kurum din gibi/kadar değişimle sorun yaşamaz. Yaşamadı da. Ramazan aylarında tükenmek bilmeyen neyin (birçok yeni şeyin) orucu bozup bozmadığı soruları, bu değişime uyarlanma tutumunu ve sancısını yansıtır. Fakat dinin üstesinden gelmesi gerektiği soru(n)lar sadece ibadet ile ilgili değildir.
***
Hemen her toplumda pek çok tartışmalı konu vardır. Örneğin kürtaj, eşcinsellik, kadının kimliği ve statüsü, yeme-içme alışkanlıkları, giyim, spor (kız çocukların mayo giyip yüzmeleri gibi), kamusal alanlarda dinsel simgelerin temsili, çeşitli dini ayin veya ritüellere değin pek çok tartışma yaşanmaktadır. Bu tartışmalarda taraflar, tezlerini temellendirirlerken politika bilimi başta olmak üzere çeşitli disiplinlerden yararlanırlar. Sorun şu ki, bu temellendirmelerin neyin üzerine kurulacağı çoğu zaman tartışmalıdır. Örneğin kürtaj, insan vasfını kazanmış canlıya bir müdahale midir? Müdahale ise, bu bir cinayet sayılmaz mı? Yoksa kürtaj, bir kadın hakkı mıdır? Kürtaj gibi konularda son karar veya söz söyleme hakkı sadece, o bedene sahip olan kadına mı aittir? İntihar, Tanrı’nın/Allah’ın emrine karşı gelmek bakımından günah mıdır, yoksa değil midir? Bir eşcinselin öğretmen olması, kamusal alanda küçük çocukların ve gençlerin eğitimlerinde “kötü örnek” oluşturur mu, yoksa oluşturmaz mı? Buna benzer tartışma noktaları uzayıp gider. Tüm bu sorular, sekülerizm ve postsekülerizm bağlamında son yirmi yıldır Alman filozof ve sosyolog J. Habermas başta olmak üzere kimilerini fazlasıyla meşgul etti. Bu yazımda Habermas’ın bu tür tartışmalı konulara getirdiği kimi tezler çerçevesinde dinsel bilgi ve değerlerin kamusal alanda ve seküler sisteme, demokratik işleyişe zarar vermeden tercüme edilip edilemeyeceğini tartışacağım. Temel sorum şu olacak: Demokrasi gibi son derece yoğun prosedürel sistemin, küreselleşmenin yarattığı çeşitli sorunlara (bireycilik, sosyal çözülme, değerlerin aşınması vb.) karşı ayakta kalabilmesi ve dayanışma, hoşgörü ve katılım gibi değerlerini geliştirebilmesi ya da güçlendirebilmesi için dinin normatif değerlerine ihtiyacı var mıdır? Varsa, din dersi, bu ihtiyacı karşılayabilir mi? Yani din dersi, farklı kimliklerin demokratik sosyal entegrasyonunda olumlu rol oynayabilir mi? Kısaca din dersinde verilen bilgiler, seküler/demokratik sisteme tercüme edilebilir mi?
***
Kendisini liberal-seküler (Almanya) veya cumhuriyetçi-laik (Fransa) ilan etmiş olan ülkelerde de tartışma bitmiş değildir; bitmek bir yana, epey geriden günümüze yoğunlaşarak gelmektedir. Başta Marx ve Weber olmak üzere klasik teori, amansız kapitalistleşmenin (Marx) veya bürokratikleşmenin/rasyonelleşmenin (Weber) dini zamanla “arkaik kalıntı” haline getireceği varsayımında bulundu. Durkhiem temelli fonsiyonalist görüş ise, zamanla kendi içinde formüle ettiği modernleşme kuramlarıyla dinin, birey için modern hayatın içinde ağırlık, önem ve yönelimini kaybedip artık bir pusula görevi göremeyeceğini ileri sürdü. Buna göre dinin yerini bilim alacak, insanlar gündelik yaşamlarında bilimin icat ve yönelimlerine göre yaşayacaklardı. Etik yaşam yönelimi de, dine göre değil, bilime göre gerçekleşecekti. Modern ulus-devletin Aydınlanma temelli rasyonelleşmesiyle bireyler, artık geçmişe (dine) değil, ileriye doğru (gelecek bilimsel ve müreffeh yaşama) bakacaklar, bu konuda daha evrimci, yani doğal ve rasyonel bir tutum alacaklardı. Aydınlanma ile başlayıp on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda pek çok başarılı hamle (demokrasi, insan hakları, refah devleti, sanayileşme, kentleşme, bilimsel icatlar, gelişmiş eğitim, sanatsal ve kültürel yaratıcılık vb.) ile rüştünü ispatlayan parlamenter demokratik sistemler, laikliği sekülerleşme olarak kapsamlı biçimde sosyal yaşam içinde uygulanmasına zemin hazırladı. Buna göre din ile devlet işleri birbirinden ayrıldı, ruhban sınıfın politika ve hayat üzerindeki etkisi azaltıldı, din bireylerin özel alanlarına doğru çekildi/yönlendirildi, daha doğrusu sıkıştırıldı. Böylece Kilise, eski politik ve ekonomik gücünü yitirdi, büyük ölçüde simgesel bir kuruma dönüştürüldü. Bu süreç, Uzak Asya’nın “etik dinleri” için de neredeyse benzer bir eğilim izledi; bu bölge ülkelerinde inanç, kişinin başta ibadet olmak üzere çeşitli ihtiyaçlarını devletin karışmadığı ve hoşgörülü davrandığı alanda varlığını sürdürdü.
***
Ancak bu sekülerleşme (sosyal bir süreç olarak) ve laiklik (demokratik devlet politikası olarak) saf İslam ülkelerinde neredeyse hiç gerçekleşmedi. Bu ülkelerde devletin dini olarak İslam, başta hukuk ve eğitim olmak üzere hayatın tüm yönlerini düzenlemede temel kurum rolü oynamayı sürdürdü. Türkiye ve Tunus gibi ülkeler ise az-çok güçlü seküler ve laik sistemler yaratmayı başarabildiler ancak bu sistemler son yirmi yılda ciddi biçimde dönüşüme girmeye başladı. Öte yandan, Fransa’da dinsel simgelerin okulda temsili, Almanya’da okullarda ülkede meşru kabul edilen dinlerin derslerinin okutulması gibi çeşitli konularda tartışmalar ortaya çıktı. Fransa güçlü Cumhuriyetçi geleneğiyle yurttaşı hak ve ödevleri olan (akılcı) “birey” olarak kabul ederken laiklik sistemini politik yönetiminin temeli olarak kabul etmeyi sürdürdü ve “postsekülerizm”e izin vermedi. Almanya gibi kimi ülkeler ise, dini cemaatleri üst birlikler olarak meşru muhatabı kabul edip din derslerinin müfredatlara konulup okutulmasında örgütlü cemaatlerle işbirliği yaptı. İngiltere ise, entegrasyona yardımcı olacağı hasebiyle ülkede “şeriat hukuku”na izin verilmesi gerektiğini tartıştı, hatta bu yolda adım bile attı. Aslında her üç ülkenin sisteminde de asıl tartışma konusunun Hıristiyanlıktan ziyade İslam olması ilginçtir. Sanki Hıristiyanlığın demokrasiyle bir sorunu yokmuş gibi davranıldı. Ne var ki, sorun sadece bir din sorunu değil; İslam’ın içerdiği kültürel değerlerin (örneğin helal yemek, sünnet, kurban kesme, tesettür, şeri hukukla yargılanma vb.) Batılı değerlere aykırı ve ters olduğu ileri sürülerek din ile kültür meseleleri iç içe geçirildi. İslam sorunu giderek bir kültür meselesi olarak algılanıyor nicedir. Özellikle Batı’da. Sorun, İslam’ın Avrupa’da camide ibadetle sınırlı bir din olarak kalmayıp inancın seküler alanda çeşitli (farz, helal ve sevap) eylemlerle temsil edilmesinde ortaya çıkan kültürün gündelik hayatta nasıl ve ne ölçüde icra edileceğidir. Avrupa, dinin ibadet biçiminde özel alanda geniş temsiline hak tanırken, onun seküler hayatın içinde temsiline izin vermemektedir. Bu açıdan başörtüsü, sünnet, kurban, şeri mahkeme gibi pek çok konuda talep veya temsil istemi, Avrupa’nın İslam’ı kültürel açıdan geri ve demokrasiye düşman bir kurum olarak görüp kodlamasına yol açmaktadır. Habermas bu soruna bir çözüm önerir gibi görünmektedir. Peki, nasıl?
***
Modernizmin henüz çeşitli yeni eğilimler (postmodernizm, çokkültürlülük, kimlik politikaları vb.) sorgulanmadığı dönemlerde Batılı ulus-devletler için böylesi sorunlar pek yoktu; zira Batı, İslam ülkelerinden henüz kayda değer bir göç almamıştı. Yani kendi içinde, burnunun dibinde “Öteki”si ile karşılaşmamıştı. Ancak göçmenler, Batılı ülkelere akınca, kendi kimlikleri için bir yaşam tarzı taleplerinde bulunup “tanınma politikası” gereği kendi varoluşlarını tartışmaya açtıklarında İslam dininin Batılı seküler, Hıristiyan ve liberal sistemleri içinde nasıl temsil edileceği sorunu ortaya çıktı. Rawls, konuyu liberal sistemi eleştirerek tartışsa da, modernist/seküler bir düşünce geliştirdi. Habermas ise, Frankfurt Okulu’ndan gelen modernist ve seküler tutumunu 2001 sonrasında terk ederek Yahudi-Hıristiyan geleneğini güçlü bir dinsel arka plan olarak, artık kalıntısal bir şey değil, demokrasiyi etik temelde güçlendirecek kurum olarak görmeye başladı. Kısaca Habermas’a göre seküler değil, artık post-seküler bir toplumda yaşıyorduk ve liberaller, dinden demokrasiyi geliştirmek ve güçlendirmek adına bir şeyler öğrenebilir, ondan rasyonel biçimde yararlanabilirlerdi. Elbette Habermas’ın kafasında din olarak Yahudi-Hıristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı kurum vardı ancak yeni teorik çözümü İslam’ı da içeriyordu. Habermas, dinsel iletişimin seküler açıdan kabul edilebilir dile tercüme edilebileceğini ancak bunun için de dini cemaatlerin, seküler insan ve örgütlerle sosyal eşitliğe sahip olacaklarsa eğer, kendilerini sisteme uyarlamaları gerektiğine inandı.2 Ona göre din, artık post-seküler toplumda yaşadığımıza göre, ortadan kalkacak bir kurum değil, demokrasinin güçlendirilmesi için işbirliği yapılacak bir güçtür. Habermas, pragmatik bir yol önerir. Şöyle ki, ona göre post-seküler toplumlar ve seküler yurttaşlar, dinden, onun “ahlaki sezgileri”ni evrensel seküler dile tercüme ederek bir şeyler öğrenmelidirler: “Karşılıklı birbirini kabul etmek örneğin dindar ve seküler vatandaşların, kamuoyundaki tartışmalarda birbirini dinlemeye ve birbirinden öğrenmeye hazır olması anlamına gelir. İnsanların birbiriyle medeni ilişki kurması siyasi bir erdemdir ve belirli bilişsel yaklaşımların açığa çıkmasına neden olur. Bu yaklaşımlar talimatla değil, öğrenilerek kazanılabilir.”3 Bu anlamda o, “dinsel bilincin modernleştirilmesi” çağrısında bulunur.4 Çünkü ona göre dini gelenekler düpedüz akıldışı ve anlamsız değildir. O halde Habermas’a göre, inanan ve inanmayan yurttaşlar, dinsel ifadelerin dışındaki ahlaki ve etik kavramları evrensel olarak kabul edilebilir bir dile tercüme ederek hakikat yolunda bir işbirliği arayışına birlikte katılabilirler. Ancak bunun için herkesin, karşısındakini rasyonel olduğunu varsayması gerekir. Eğer insanlar birbirlerini rasyonel olarak görmezlerse, birbirlerini ne doğru ne de yanlış anlayabilirler. Bu da yetmez; ayrıca “ortak yaşam dünyalarının ufkundan, nesnel dünyadaki “bir şey”e “atıfta bulunabilmelidirler”“.5 Gadamer’in ifadesiyle “ufukların kaynaşması” gerçekleştirilmelidir. Yalnız burada bir sorun var: Giorgi’ye göre Habermas, dinden öğrenme konusunda son derece zayıf bir anlayış kabul etmektedir. Diğer birçok liberal kuramcı gibi o da, demokrasinin, dinsel perspektiflerin seküler sistemlerimizle (“asimile edilerek” veya “tercüme edilerek”) yakınlaşacağı (converge) ölçüsünde yararlanabileceğini farz eder.6 Burada iki temel problem var: Seküler/rasyonel sitem, dinsel bilgilerin dışındaki ahlaki ve etik kavramları öğrenme şeklinde özümlediğinde ne öğrenmiş olur? Bu özümleme (asimilasyon) veya tercüme işi, dinin demokratik entegrasyonunda bir işe yarar mı? Habermas aslında, tamamlanmamış bir proje olarak Aydınlanma’nın sekülerizm değil de, post-seküler bir rotaya oturması gerektiğini söylerken, seküler yurttaşların dini anlamaları konusunda onların sırtına bir yük yükler. Aslında yükleme ikilidir: Seküler (inanmayan) yurttaşlar dinden öğrenmeye açık olmalılar ancak dindar (inançlı) yurttaşlar da rasyonel/seküler sisteme kendi bilgilerinin tercüme (asimile) edilmesinde demokratik işbirliği yapmalılar.
***
Eğer dikkatli bakılırsa, Fransa’nın aksine Almanya’nın son yirmi yıldır yaşadığı dönüşümün Habermas’ın tezlerine dayandığı görülebilir. Almanya’nın birçok eyaletinde zaten çok uzun zamandan bu yana Katoliklik ve Protestanlık dersleri okullarda Kilise’nin yönlendirmesi altında devam etmekteydi. Buna göre bu derslerin içeriğinden materyallerine değin birçok aşamada Kilise, eyalet yönetimiyle derslerin tüm hazırlık ve icra aşamalarında kimi zaman eşit paydaş, kimi zaman da belirleyici oldu. Kilise, Alman eyalet yönetimlerinin atadığı din dersi öğretmenini (ki bu öğretmen o dine/mezhebe mensup olmalı ve o dine kesinlikle inanmalıdır) yeterlilik açısından sorgulayıp gerektiğinde değiştirilmesi veya eğitimden geçirilmesine karar verebilir. Ancak bu derslerde seküler sisteme aykırı şeyler okutulamaz (Ne var ki bu söz, teoride kalmak zorundadır). Bu dersi almak istemeyen öğrenciler etik dersini alabilirler. Almanya’da İslam cemaatlerinin üst, meşru kabul edilen ve tek örgütleriyle de yapılan sözleşme neredeyse aynıdır. Ancak İslam derslerinin, Katoliklik ve Protestanlık derslerinden önemli bir farkı vardır. Hıristiyanlık, Alman uygarlığı ve kültürünün kurucu unsurlarından biri olarak görüldüğü için (Habermas böyle görür mesela) bu dersin (ve de dinin) üzerine ekstra bir yük yüklenmez; oysa İslam derslerinin Alman okullarında müfredatlara konulmasının iki temel hedefi/yüklemi vardır: Müslüman kökenli (Alman) öğrencilerin Alman seküler sistemine entegrasyonlarını güçlendirmek ve onların çeşitli sıfatlar altında (” cihatçı”, “terörist” vb.) şeklinde radikalleşmelerini önlemek. Dolayısıyla İslam din derslerinin post-seküler döneminde Habermas’ın hesaplamadığı hedefleri vardır veya olmalıdır. Bu anlamda İslam din dersleri Alman okul sisteminde araçsaldır. Fakat asıl sorun şu: Almanya gibi son derece seküler, hatta laik bir ülkede İslam din derslerinde/dersleriyle, Habermas’ın murat ettiği “dinsel bilgilerin etik ve ahlaki bağlamda seküler değerlere tercüme edilmesi” gerçekleşmekte midir? Bunu şahsen bilmiyorum ancak bu konuda şu anda Almanya’da bir çalışma yürütüyorum. Fakat İslam’ın sistemik (inancın bir dünya dini olarak kapsayıcı) özelliğinden dolayı Batılı seküler/laik sistemle uyuşmayan pek çok demokratik hakkın inşası ve ifadesi/temsili, İslami kültür ve kimlikle çelişki içindedir. Bunu somutlaştırmak için şöyle bir örnek vereyim: İslam dini eşcinselliği lanetlemiş ve günah saymıştır. Oysa Batılı ülkelerde eşcinsellik bir kimlik tercihi olarak insan hakkı olarak kabul edildi ve müfredatlarda/derslerde normal bir olgu olarak anlatılmaktadır. Pek çok öğrenci eşcinsel aileler içinde yaşamaktadır. Avrupa pedagojik sisteminde artık eşcinsel bir öğretmenin işinden atılması söz konusu olamaz bile (Türkiye’de kolayca atılır). Avrupa’daki Müslüman kökenli bazı öğrencilerin muhtemelen eşcinsel öğretmenleri vardır veya bir aşamada olabilir. Bu durumda bir Müslüman öğrencinin, eşcinsel öğretmenini reddetme (ondan eğitim almama hakkı) var mıdır? Batılı demokratik sistem bir yandan bunu insan hakkı olarak kodlayıp kabul ederken, öte yandan aynı demokratik sistemin kazanılmış bir hakkı olarak temsiline ve dolayısıyla o hakka karşı eylemleri durdurma hakkını kendinde görebilmektedir. Yalnız İslam burada tikel davranır; eşcinselliği kendi dini içinde günah sayıp kabul etmez ancak Batı ise insan haklarının evrenselliği ilkesi üzerinden bu kimliği kamusal alanda temsili gereken bir hak olarak görür (elbette katı muhafazakârlar hariç olmak üzere). Ancak şu da bir gerçek ki, politik alanda mücadeleyle kazanılan pek çok hak, bir yönüyle Batılı değerler sisteminin veya kültürünün/uygarlığının bir parçasıdır. Habermas bu konuda ödün vermez; liberal devletlerin seküler sistemini savunur ancak farklı olanın da sistem içinde temsili için seküler yurttaşlardan çeşitli görevler (dinden öğrenme, inanan insana hoşgörü gösterme vb.) bekler. Hıristiyanlık için az-çok kolay olan bu görevlendirme, İslam gibi farklı kültür ve politik temellere dayanan dinlere gelince iyice zorlaşmaktadır. Peki, Hıristiyan değerleriyle örülmüş Batılı sistemlerde hâl böyleyken kendini laik, sosyal ve hukuk devleti ilan etmiş Türkiye’de durum nedir?
***
Türkiye’de din dersleri okul müfredatlarında zorunlu bilgi olarak verilir: “Din Bilgisi”. Bir kere dersin zorunlu olması, inanmayan veya bu dersi almak istemeyen milyonlarca öğrenci ve velisi için bir insan hakkı ihlalidir. Öte yandan bu dersin, tarafsız değil de, taraflı ve doktriner (öğreti aşılama) bir şekilde verilmesi de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından defalarca deklare edildi ve bu durumun değiştirilmesi istendi. Dindar aileler de çocuklarının din dersini almalarını bir insan hakkı olarak görmektedirler; tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi. Sorun, eğer bu bir hak ise, bunun özel alandan (birey, aile vb.) kamusal alana (resmi/devlet yönetimi alanına) nasıl taşınacağıdır. Dindarların bir kesimine göre Türkiye, yüzde 99’u Müslüman bir ülke olduğu için İslami esaslara göre yönetilmelidir. Yani laiklikten vazgeçilip ülke şeri hukuka göre idare edilmelidir. Ancak buna karşı ülkenin neredeyse büyük çoğunluğu, laiklik ve seküler bir yaşam yanlısıdır. Çoğu insan, Batılı normlara göre yaşamakta veya öyle yaşamaya çalışmaktadır. Üst katta, devlet yönetiminde laiklik epey bir zayıflatılmış olsa da, Türkiye hâlâ büyük ölçüde laik ve seküler bir ülkedir. Giyiminden yeme-içme alışkanlıklarına değin yurttaşların çoğu, her seçimde, din eğilimli partilere oy verseler bile, seküler yaşamdan vazgeçme eğiliminde değildir. Kadın-erkek karışık yaşama ve çalışmadan tutun da pek çok seküler yaşam biçimi, ülkemizde hâlâ farkında olmadan olsa bile, sürdürülmektedir. Yani bir devleti tanımlama ve yönetim biçimi olarak laiklik aşınmış olsa bile sekülerlik toplumsal bir eğilim ve süreç olarak egemendir. Sorun da tam burada ortaya çıkmaktadır. Bir parça batılı ülkelerde olduğu gibi. Okullarda okutulan din bilgileri, eğer ileride de okutulmaya devam edilecekse, bu seküler hayata nasıl uyarlanacak? Madem bu öğrenciler, din derslerini aldıktan sonra hayata karışacaklar (aslında dersi alırken de hayatın içindedirler), o zaman din dersleri onlara yaşamlarında karşılaştıkları sorunları çözebilecekleri konusunda bir şeyler öğretmekte midir? Kuşkusuz bir şeyler öğretmektedir ancak seküler yaşamda karşılaşılan sorunlara ne tür çözümler önerdiği üzerinde durulmalıdır. Din dersinden çoğu zaman soyut biçimde çeşitli erdemlerin (iyi ve dürüst olmak, namuslu davranmak, hırsızlık yapmamak vb.) ahlaki olarak aşılanması biçiminde öğrenciler bir şeyler öğreneceklerdir. Ancak İslam dini, soyut bir takım ahlaki erdemlerin bireye aşılanmasını yeterli bulmakla yetinen bir din değildir. “Tebliğ” kurumu gereği dünyadaki her insan, “hak yolunu bulması” için Müslümanlaştırılmak zorundadır. Müslüman olmayanların “kafir” olduğuna inanan insan sayısı hiç de az değildir. Elbette bu durumda inanmayan veya başka dinlere inananların Müslümanlaştırılmasının yol ve yöntemleri değişiktir: IŞİD gibi barbarca yöntemlere sapanları biliyoruz ancak bu iş için politika kurumunu incelikle kullananlar da mevcut. Fakat sorun şu: Hızla değişen bir yaşam içinde din dersleri, dinin alanına müdahale ettiğini düşündüğü yeni gelişmelere karşı (örneğin insan klonlama, yaratıcı Tanrı’nın/Allah’ın işine karışmak, şirk koşmak değil midir? İnsana protez takmak mesela? Organ nakli yine?) nasıl bir tavır alacaktır? Hıristiyanlık bu konularda güçlü seküler, demokratik ve bilimsel yönetimlerle bir uzlaşma yolunu seçti ve seçmektedir çoğu zaman. Örneğin Kilisenin eşcinsellik, diğer dinler ve göçmenler konusunda daha hoşgörülü bir tutum almasında olduğu gibi. Ancak Müslümanlarda güçlü Allah, öte dünya mahkemesi, cehennem, ahiretlik vb. korkusu/inancı, bu tür günah ve haram olan veya farz olmayan konularda uzlaşmayı neredeyse imkânsız kılmaktadır. O yüzden Türkiye gibi ülkelerde zaman zaman gençlerin agnostisizm gibi inanç biçimlerine kaydığına dair haberler okuyoruz. Ya da İslam ülkelerinin gençlerinin, demokratik ve müreffeh yaşam biçimi ve imkanları nedeniyle kitleler halinde Hıristiyan Batılı ülkelere göç ettiklerini görüyoruz. Kuşkusuz Hıristiyan olmak için değil, oranın maddi imkanlarından yararlanmak için. Yani bütün dünyada Batılı ülkeler, çeşitli sorunlardan (partizanca yönetim, yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, savaşlar, terörist saldırılar, doğal afetler vb.) bunalıp Batılı ülkelere gitmeye çalışan göçmen, mülteci veya sığınmacı dediğimiz insanların akışının varılmak istenen noktasını oluşturmaktadır.
***
Din derslerinin zorunlu değil, seçimlik olarak verilmesinde fayda olduğunu düşünmekteyim. Din, insanlar üzerinde önemli, yaygın ve etkili bir kurum. Son tahlilde bir (yanlış) bilinç biçimi veya ters dünya bilinci (Marx) olsa da, etkisi ve kapsamı nedeniyle bu konunun okullarda öğrencilere bilimsel bir şekilde (sosyolojik, antropolojik, psikolojik, politik vb.) okutulması, insanın inanma ihtiyacının olup olmadığının ve bunun nasıl gerçekleştiğinin bilgisinin çeşitli tarih, mekan ve kültürlerde nasıl biçimlendiğinin bilgisinin verilmesi yararlı olabilir. Ancak din, sadece bir bilgi verme işine indirgenemez; din, bir değerler alanıdır, yani normatiftir, kural koyar ve yaptırım uygular. Seküler sistemde devletin demokratik biçimlenmesinde politika yapma tekeli elbette mutlak değildir ve bireyler ile onların örgütlerinin demokratik eylemlerine göre aşağıdan yukarıya doğru şekillenmelidir. Habermas, sivil alandaki bireylerin eylem alanına “yaşam dünyası” (Lebenswelt) adını verdi. Bu informal, sivil ve aşağıdan örgütlenen alanın yukarıdaki sistemi etkilemesi kaçınılmazdır. Bu alanda elbette dinsel talepler olacaktır. Bu taleplerin seküler alana tercümesini mümkün kılacak kanallar açık tutulmalıdır ancak bu taleplerin devlet yönetimi üzerinden mutlaklaşıp tekel kurması da önlenmelidir. Eğer bu tercüme işi başarılırsa, din sistem içinde demokratik entegrasyonu güçlendiren bir kurum rolü oynayabilir. Ancak bunun hiç kolay olmadığını, en azından İslam dini örneğinde biliyoruz. Neredeyse tüm İslam ülkelerinin yönetimlerinin yozlaşmış olması, Habermas’ın dediğinin aksine bu tercüme işinin sadece din ile değil, başta politik ve ekonomik çıkarlarla iç içe geçtiğini gösteriyor bize. O yüzden seküler sistem, laiklikle güçlendirilmelidir; kaldı ki, aslında seküler yaşam tercihi laik bir yönetimi gerektirir. Din derslerinin içerdiği gündelik hayata ilişkin bilgiler (inanç kaideleri dışında) seküler hayatla çelişmemelidir. Bu da derin ve güçlü bir hoşgörüyü gerektirmektedir. Örneğin din dersinde, klonlama, aşı, protez, organ nakli, kürtaj gibi konular dinsel değil, bilimsel açıdan tartışılmalıdır. Tabii tartışılabilirse eğer. Dinler bu tür eylemleri günah olarak görebilir ancak bunlar, yaşamın gerçekleridir. Din, bu olgusal gerçekliğin insan üzerindeki belirleyiciliğini yok sayamaz. Bu yüzden ona göre tutum almalıdır. Habermas’ın dediği gibi: “Dindar vatandaşlar ayrıca, seküler bilginin kendi anlamına ve bilimsel uzmanların toplumsal olarak kurumsallaşmış bilgi tekeline bir epistemik yaklaşım bulmalıdır.”7 Yine Habermas’ın dediği gibi, rasyonel söylemin zorlayıcı iletişim biçimi, kişileri veya diyaloga girenleri kendi bilişsel bakış açılarının odağından gitgide çıkmaya zorlar.8 Dinsel açıdan tartıştığımızda, belli bir dinin değerlerine göre hüküm verdiğimiz için ortak, güçlü ve rasyonel bir argüman üretemeyiz. Bu da uzlaşmayı engeller. Habermas’ın dediği gibi, rasyonel söylem, uygun işlem olarak ortaya çıkmalıdır. Rasyonel söylem, “etkilenen herkesin kapsanmasını ve bütün çıkarların eşit ölçüde dikkate alınmasını güvenceye alan bir süreç oluşturur.”9 Kantçı bakış açısıyla akıl, ahlaksal eylemler için kurucudur. Nesnel şeyler dünyası ile öznel tasavvurlar dünyası arasında mutlak bir karşıtlık yerine, akıl üzerinden bir geçiş yolu kurulabilir. Ne var ki, elimizde bu işi başaracak akıldan başka da bir şey yok.
***
Klonlamayı günah saydığınızda, Habermas’ın “iletişimsel akıl” dediği diyaloga kapı açıp farklı fikirlerdeki yurttaşların çeşitli görüşlerini temsil ettiği uzlaşımsal bir alanın kapısını açmamız mümkün değil. Konuya dair Habermas, “en güçlü argüman”ın ortaya çıkmasını, bireylerin sivil alandaki yaşam dünyalarında özneler arasında (intersubjective) gerçekleştirdikleri uzlaşımsal (hoşgörülü vb.) eylemlerinin varlığı ve kimliklerinin temsiline dayandırır. Habermas şöyle der: “Siyasi, bilimsel veya yazınsal tartışmalara katılmanınsa başka bir amacı vardır. Bir konu üzerinde uzlaşmaya varmak, bu bağlamda bilişsel olarak kendini sergilemenin yerini alır. Bu durumda, kamu izleyicilerinden veya dinleyicilerinden oluşan bir uzam değil, birbirine soru yönelten ve soruları yanıtlayan konuşmacılardan ve muhataplarından oluşan bir uzamdır. Söz konusu olan, bakışları üzerine toplamak değil, açıklamaları değiş tokuş etmektir. Ortak bir konuya odaklanan tartışmaların katılımcıları, özel yaşamlarına adeta sırtlarını dönerler. Kendilerinden bahsetmeleri gerekmez. Kamusallık ve özel alan birbirine karışmaz, tersine birbirini tamamlayıcı bir ilişkiye girer.”10
***
Ancak tartışma, diyalog ve müzakerelerle ortaya çıkması beklenen ikna edici en güçlü argümanın çoğu zaman ortaya çıkmadığını da görmek lazım. Çünkü evrensel bir etik yerine, güçlü kimliksel çıkarlarımız bizi hâlâ kendi örgütümüz ve bireyselliğimiz içinde tutmaya devam etmektedir. Kimliği savunmak, modern bireyin bir niteliği olan özdüşünümü önemli ölçüde engellemektedir. O yüzden Türkiye’de din dersleri kamusal alanda (okullarda) bir “din bilgisi” olarak okutulmalıdır; “İslam dersi” olarak değil. Kuşkusuz bu derste İslam’a yer verilmelidir ancak bir bilgi olarak. Yönlendirici değer (bildung anlamında) olarak verdiğimizde, ister istemez İslami değerler ile seküler hayat arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözmek zorunda durumunda buluruz kendimizi. Örneğin klonlama konusu, bir din bilgisi konusu değildir (elbette din bilgisi öğretmeninin bu konuda söz söyleme hakkı vardır ancak dine göre bir hüküm veremez; verse bile bir işe yaramaz); biyolojinin konusudur. Dinlerin böylesi çapraşık bilimsel konulara girmesi, altından kalkamayacağı bir yükü yüklenmesine neden olur. O zaman da klonlamanın dinsel değerlere tercümesi mümkün olmaz; tersi de. Günah, hayır, sevap vb. kriterler, akılcı bir argümana erişmeyi imkânsız kılar çünkü tartışmayı daha en baştan kapatır. Yukarıda verdiğimiz Habermas’ın alıntısını yinelemekte fayda var: “Rasyonel söylemin zorlayıcı iletişim biçimi, … katılımcıları kendi bilişsel perspektiflerinin odağından gitgide çıkmaya zorlar.”11 Zaten modernleşme veya sekülerleşmenin dinler üzerindeki en büyük etkilerinden biri de, dindarları özdüşünümsel davranmaya itmesidir. Özdüşünüm, hiç olmazsa, “tek din” içinde çoğul inanç biçimlerinin değişik yaşam perspektifleri geliştirmesini mümkün kılar. Bu, dindar bir öznenin, diğer insanlarla öznelerarası bir iletişime geçmesini şart koşar. Dinler artık seküler dünyada yorumlama tekeline eskiden olduğu gibi sahip değildir. Dinler, bir dünya görüşü, kapsamlı öğreti vb. olabilir ancak ortak epistemik zemin sadece akıl üzerine kurulabilir. Habermas’ın şu görüşüne katılmak mümkün değil: “Akıl dine sınır çekmez, tersine dinsel deneyim akla sınırlarını işaret eder.”12 Oysa bu mümkün olamaz. Dinlerin rasyonalitesi dinle sınırlı olduğu için akla bir yönelim vermesi, sınır getirmesi mümkün değildir. Akıl ve bilimle dile getirilen önermeler (hatta teori ve yasalar) seküler yapı içinde yanılabilir ve değiştirilebilir nitelik taşıdığı halde inanç, kesinlikler üzerinden gider. Kesinlik, başka, olası ve farklı kapıların açılmasını engeller. Zaten, Habermas’ın da belirttiği gibi modern/seküler toplumlarda dinsel kesinlikler artık daha çok düşünümsel bir baskıya maruz kalmaktadır. Çünkü dini bilinç, modernliğin üç meydan okumasına (dini çoğulculuk, modern bilimlerin yükselmesi, pozitif hukuk ve dünyevi toplum ahlakının sözünün geçmesi) maruz kaldığı için bir biçim dönüşümü geçirmek zorunda kaldı. Geçmişte dine göre meşrulaştırma yerini artık, dinin kendini aklın ve seküler sistemin taleplerine uydurmaya doğru bıraktı. Bu da dindar bireylerin, kendi yaşamlarını seküler sistemin gereklerine (pozitif hukuk, demokratik çoğulculuk, bilimsel gerekçelendirme vb.) uydurma konusunda onları daha fazla özdüşünümsel çaba içine sokmaya zorlamaktadır.
***
Almanya’da din derslerinin eyalet yönetimi ile dinsel cemaatler arasındaki müzakerelerde muhtemelen bu özdüşünümsel çabanın örnekleri yaşanmış olmalıdır. Bunun İslam din dersi için de ne ölçüde ve nasıl gerçekleştiği bir soru işaretidir. Avrupa’daki Müslümanlar, seküler sisteme tehdit olmadıklarını kanıtlamalıdır, tersi değil. Kant’ın açtığı yolda bilgi, artık inançtan ayrılmalıdır. Modernliğin kazanımlarıyla kendine dönen birey, Hegel’in belirttiği gibi, edindiği özbilinç, kendi kaderini belirleme ve kendini gerçekleştirmeyle aklını daha fazla ve etkili biçimde kullanmaya başladı. Dinler her ne kadar modernliğin kazanımlarının baskısına maruz kalsalar da, bir biçimde sabit bir inanç olarak kalmaya çalışırlar; oysa modernlik, artan ve karmaşıklaşan bilgiler sayesinde kesinlik ve hakikat arayışını yenilik, yorum ve yenileme gibi mekanizmalarla arka plana iter. Dinler artık kendilerini metafizik iddialarla değil, olgusal gündelik hayatı meşgul eden sorunlarla haşır neşir olmakla bulmaktadır daha çok. Bu, bir tür modernleşme olan sekülerleşmenin başarısıdır. Din özgürlüğü, artık bir insan hakkı olarak kabul ediliyor olsa da, herkesin eşit ölçüde saygıyı hak ettiğini kabul ederek Öteki’lerin bakış açısını hesaba katmalıdır. Bu açıdan seküler/laik bir ülkede din dersinde, din öğretisi, Rawls’un ifadesiyle “kapsamlı öğreti” olarak, farklı yaşam biçimlerini ele alıp onlara saygı duymalıdır. Bu yapılmadığında dinlerin o eski hastalıklı değerlendirmeleri (başka inananları sapkın, kafir vb. olarak niteleme) ortaya çıkar. Bunun böyle olmaması için modern demokratik devletler zaten epey bir mekanizmayı çoğulculuk, farklı olanın temsili vb. adına devreye soktular: Farklı gruplara yerel yönetimlerde kendi kendilerini yönetme hakkının verilmesi, kültürel azınlıklara özel idari haklar bahşedilmesi, kadın ve azınlıklar için kota düzenlemeleri, anadili programları ve okul eğitimi için sübvansiyonlar, dışlanan grupların simgelerinin temsiline izin verilmesi vb. Kimine göre bunlar, çokkültürlü toplumlarda görülen demokratik uygulamalardır. Kültürel haklar verme, bir tür tanınma politikasının ete-kemiğe büründürülmesidir. Ancak bu tür politikalar üst yönetim kademelerinde politik anlaşmanın kolektif uygulamaları olarak meşru kabul edilse de, sosyal yaşamın en dip hücrelerinde yer alan kişiler arası ilişkilerin değiştirilmesi gerekir. Bir dönem “multi-kulti” olarak tarif edilen Almanya’da Neonaziler ve aşırı sağcı parti AfD’nin alabildiğine çok güçlenmesi, bunun dipteki ilişkilere değin inmediğinin bir örneğidir. Çokkültürlülüğün hedefi, Habermas’ın ifade ettiği gibi, eşit üyelerin birbirlerini karşılıklı olarak tanımasıdır. Oysa örneğin Türkiye’de yıpranmış laik devlet, şu anki hükümetiyle Alevi yurttaşlarını tanımamaktadır (Cemevi örneğin camiler gibi devlet yardımı alamamakta, ders kitaplarında bir ibadet yeri olarak kabul edilmemektedir). Habermas, bu tür sorunların iletişimsel eylemle (özneler arası diyalog ve iletişimle) çözülebileceği konusunda son derece iyimserdir. Oysa politika, bir güç işidir. Gücünüz varsa, kimliğinizi ayrımcı politikalara dayatıp tanınması için kabul koşullarının oluşmasını sağlıyorsunuz (elbette bu kimlikler çoğulluğu içinde evrensel bir demokratik ve etik sistemin nasıl kurulacağı hâlâ ciddi bir sorun olarak önümüzde durmaktadır). Bu, çoğu zaman, TV’lerde tartışmaktan ziyade sokaklarda eylem yapmayı gerektiriyor. Ancak sokakta eylem yapsanız da, karşınızdakiyle bir şekilde konuşmanız gerekiyor. Bu konuşmanın demokratik kalıplarda gerçekleşmesi için seküler yaşam tarzı üzerine temellenen epistemik bir bakışı biz ancak akıl ve bilim üzerinden kurabiliriz. Din bilgisi dersi ise inanç ve bilgi ayrımına giderek, inancın mutlak otoritesi yerine, bilgilerin seküler yaşam içinde değişen seyrine göre inancın alabileceği esnek yapılanmalar üzerine kafa yormalıdır daha çok. Bunun için elbette dindarlar kadar seküler yurttaşlar da kafa yormalıdır. Her tercüme işi bir yorumdur aslında ancak yorumlarda nesnelliğe ne kadar yakın olursak, kurduğumuz yapı da o kadar sağlam olur.