Prof. Enrique Javier Díez Gutiérrez
León Üniversitesi– İspanya
Farklılıkların narsisizmi ve sosyal ve kültürel atomizasyon, bizi tüm kurumların, özellikle eğitim kurumlarının işlevsiz hale geldiği bir noktaya getirmiştir.
Bu yüzyılın ilk çeyreğindeki kutuplaşmış toplumda, eğitim tartışmaları bir siper savaşına dönüşmüştür. Savaş metaforu, sandığımızdan daha az abartılıyor olabilir. Taraflar yalnızca siperlere çekilmekle kalmıyor, aynı zamanda düşmanı zorlukla görebildikleri topçu duellolarına, makineli tüfeklerin rastgele kullanıldığı, kimyasal silahların, sis bombalarının veya objektif gerçeklikte ya da ona yakın bir noktada uzlaşmanın önemli olmadığı, maliyet ne olursa olsun düşmanı yok etmenin esas olduğu diğer taktiklerin kullanıldığı savaşlara alışıyorlar.
Eğitmek mi, öğretmek mi? Yeni kuşakların yetişkin dünyasına değil, şehre, yani topluma nasıl dahil olacakları, kendilerini toplumun sorumlu bir üyesi haline nasıl getirecekleri, kendi kriterlerine sahip, atalarının kültürünü özümseyebilen ve toplumsal yapıyı geliştirmek ve uyum sağlamak için yeterli bilgi ve becerilere sahip bireyler haline nasıl gelecekleri konusunda kafa yoran her düşünürün ilgilendiği ebedi sorulardan biri bu olmuştur. Bu soru, antik, ortaçağ, modern ve çağdaş filozoflar tarafından, en azından Batı’nın siyasi ve kültürel mirası açısından sorulmuştur. Kırk yıl kadar önce, öğretmenlik okuyan öğrenciler olarak bu önemli konuyu tartışırken biz de kendimize bu soruyu sorardık.
Artık durum daha karmaşık görünüyor, çünkü o yılların aksine, bu iki sözcük için artık asgari seviyede kabul gören bir fikir birliği bulunmuyor. Artık bu fiillerin kesin bir tanımı yok, aksine siyasi ve sosyal parçalanma, felsefi yapısöküm, kültürel ve ahlaki görecelilik çağında eski kelimeler tanınabilir kategorilerden çok performatif iradelerde çözünmeye başladı. Çok da uzak olmayan bir geçmişte, öğretimin ne olduğu hakkında az çok bir ortak anlayışa varılmıştı, bu anlayış uyarınca öğretim; özelleştirilmiş alanlar olarak eğitim kurumları aracılığıyla bireylere toplumun politik ve kurumsal mekanizmaları aracılığıyla edindiği ve özerk bir hayat sürmek ve bilimsel-kültürel yeniden üretimi sağlamak amacıyla gerekli görülen bilgileri vermekti. Diğer taraftan, eğitim formal ve informal kurumların (aile, toplum, mesleki ağlar, belirlenmiş normlar…) ortak sorumluğu altındaydı ve bireylerin toplumda doğru bir şekilde yaşamalarını sağlayacak sosyal ve davranışsal bütün yetenek ve becerilerin kazandırılmasını amaçlamaktaydı. Öğretmek aynı zamanda eğitmek anlamına da geliyordu, zira geleneksel yöntemler karakteri kontrol etmek, tatmini ertelemek, alışkanlık ve yöntemi içselleştirmek, sabır geliştirmek veya sosyal olarak kabul edilmeyen bazı duyguları bastırmak anlamına da geliyordu.
“Öğretim” kelimesi, anlamsal bakımdan belli bir istikrar göstermektedir. “Eğitim” kavramı, siyasi, sosyal ve kültürel parçalanmanın yaşandığı bir dönemde daha değişken hale gelmiştir ve “doğru yaşamak” kavramı üzerinde artık asgari bir fikir birliği bile bulunmamaktadır. Kültürel göreceliliğin aşırıya kaçması ve tanımlamadan ziyade edimselliğe odaklanan bir çeşitlilik kavramının varolması nedeniyle, bugün eğitimli bir insan olmanın ne anlama geldiği konusunda asgari bir mutabakatın var olduğunu sanmıyorum. Bu durum, günümüzde kimin eğitimli olup kimin olmadığını içgüdüsel olarak ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelmez, ancak geçen yüzyılın sonlarında toplumda kabul edilebilir ve kabul edilemez olanı daha kolay ayırt edebiliyorduk, zira diğer hususların yanı sıra, makul düzeyde homojenlik günümüze kıyasla daha olumlu karşılanıyordu. Dahası, tahammül edilemez olan şeyler bile eğitim kurumları, gayri resmi ortamlar veya yürürlükteki mevzuat tarafından düzeltici önlemlere tabi tutulabiliyordu. Neoliberalizm ve kuralsızlaştırmanın ekonomiden sonra beşeri alana da sıçradığı onlarca yılın ardından, artık hiçbir şey net değil. Farklılıkların narsisizmi ve sosyal ve kültürel atomizasyon, bizi tüm kurumların, özellikle eğitim kurumlarının işlevsiz hale geldiği bir noktaya getirmiştir.
Öğretmek ve eğitmek, siper aşıklarına rağmen, her zaman ayrılmaz bir ikili olmuştur. Bu bağlamda, ikincisinin çöküşü birincisinin krizine yol açmıştır. Asgari düzeyde bir yöntem ve (öz)disiplin olmadan eğitim olamayacağı gibi (özellikle duyguların kontrolü konusunda), bilgi aktarımı da (günümüzün pedagojik neoliberalizmi tarafından suç sayılan bir konu) kriz içine girmiştir. Bu kriz, belirli amaçlar için (örneğin sosyal yeniden üretim, bireylerin orta sınıf değer ve tutumlarına göre şekillendirilmesi ve başarılı olmaları durumunda sosyal alanda yükselme kapasitesi için) tasarlanmış eğitim kurumlarıyla paralel olarak ortaya çıkmaktadır . Batı’da, yarım asırdır süren neoliberal politikaların, eşitsizliğin artmasının ve sanayinin gerilemesi sonucu olarak, sosyal yükselme konusu eğitim alanında başka bir gerilemeye neden oldu.
Eğitim siperlerinde, taraflardan birinin eğitim seviyesi kavramını sorguladığını zaten biliyorum. Bununla birlikte, tartışmalı tüm periyodik bilgi edinme süreçlerinde, psikologlar ve sosyologların ters Flynn etkisi olarak adlandırdıkları durum gözlemlenebilir. Richard Hernstein ve Charles Murray’in, Yeni Zelandalı siyaset bilimci James Flynn’in araştırmalarından yola çıkarak yazdıkları The Bell Curve kitabında teorileştirdikleri Flynn etkisi, 1938 ile 2008 yılları arasında genel nüfusun zeka katsayısının her on yılda 2 ila 3 puan arasında sürekli artış göstermesidir. Araştırmacılara göre bunu açıklayan faktörler arasında tıp ve beslenme alanındaki gelişmeler, okul çağındaki nüfusun çoğunluğunun evrensel ve sistematik bir şekilde okula gitmesi, müfredatın sistematik hale getirilmesi ve çeşitli okul derslerinin gerektirdiği entelektüel zorluklara sürekli olarak alışma ve sürekli sınavları geçme zorunluluğu olarak gösterilebilir. Ancak, Northwestern Üniversitesi gibi kurumların son zamanlarda yaptığı araştırmalar, son yirmi yılda bu eğilimin tersine döndüğünü ve göstergelerin düşmeye başladığını gösteriyor… en azından Batı’da (Asya’da, özellikle Çin’de ise artış devam ediyor). Kapsamı ve nedenleri konusunda henüz bir fikir birliği olmasa da, beslenme ve yaşam tarzındaki değişiklikler, sosyal medyanın aşırı kullanımı ve okul sistemlerinin bozulması (bizim anladığımız manada okulun çöküşü) bu eğilim değişikliğini açıklayabilir.
Bence, bu sorunun temel nedenlerinden biri eğitim kurumlarının krizidir. Öğretmenlik mesleğinde yaşanan krizi canlı olarak izliyoruz. Katalonya’da, USTEC sendikası tarafından 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre, öğretmenlerin %36’sı mesleği bırakmayı düşünüyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu oran %55 ile yarıdan fazladır. Birleşik Krallık’ta, her eğitim yılının sonunda her on öğretmenden biri mesleği bırakıyor ve bir daha asla ders vermeye başlamıyor. Fransa’da öğretmenlik sınavlarına başvuran aday sayısından daha fazla kontenjan açılıyor. UNESCO tarafından bu yıl yayınlanan bir araştırmaya göre, 2030 yılına kadar dünya genelinde 44 milyon öğretmen açığı olacağı tahmin ediliyor. Nesnel sorunların ötesinde: iş yükü, Kafkaesk bürokrasi, düşük maaşlar, sınıf içi disiplinsizlik gibi hususlara bağlı olarak mesleğin anlamını yitirdiği yönünde genel bir his yerleşiyor. Otuz yıl önce, oyunun kuralları açıktı ve öğretmenin görevi ve rolü net bir şekilde tanımlanmıştı. Günümüzde, pes edenlerin çoğu, artık görevlerinin tam olarak ne olduğunu bilmedikleri için pes ediyorlar. OECD, Dünya Bankası veya çeşitli küresel işveren lobileri gibi kurumlar tarafından yönlendirilen baskın pedagojik eğilimler, profesyonellerin artık öğretmekle kalmayıp, bir dizi imkansız ve çelişkili görevi üstlenmeleri gerektiğini savunmaktadır. Aslında, teoride İnternet denizinde herkesin erişebileceği bilginin artık demode olduğunu öne sürüyorlar ve öğrencileri teknoloji veya mantıksız görünen herhangi bir moda aracılığıyla değişen dünyaya hazırlamak adına okulun geleneksel işlevlerinin yıkılmasını savunuyorlar. Belki de gerçekten yaptıkları şey, yeni nesilleri mevcut ekonomik modelin bizi sürüklediği genel istikrarsızlığa hazırlamaktır. Bu da kaçınılmaz olarak eğitim kurumun ve orada çalışanların doğasını bozmaktadır. Bu aynı zamanda, milyonlarca insanın, mevcut teknolojik gelişmelere bağlı olarak, en azından resmi ekonomi açısından tamamen gereksiz hale geleceği bir küreselleşmeyle birlikte, orta sınıfı ve işçi sınıfını tasfiyeye hazırlamak anlamına geliyor.
Batı’da gözlemlenen ve Asya toplumlarının, özellikle de Çin’in sürekli olarak ilerleme kaydetmesiyle tezat oluşturan bu küresel eğitim krizini açıklayabilecek başka bir fenomen daha var: orta sınıfın ortadan kalkması. Bildiğimiz şekliyle okul, yani 19. yüzyılda Humboldt tarafından Prusya’da gerçekleştirilen orta ve yüksek öğretim reformları ile tasarlanan sistem ve 19. yüzyılın son çeyreğinde Jules Ferry’nin reformlarıyla Fransa’da devlet okullarının kurulmasıyla ortaya çıkan okul, işçi sınıfını disipline etmek ve eğitmek (ve fabrika disiplinine uyumlu olmalarını sağlamak) ve meritokratik mekanizmalar aracılığıyla orta sınıfı genişletmek için tasarlanmış bir araçtı. Nitekim, okul kurumunun kendisi de orta sınıfın değerleri, dili, alışkanlıkları, uygulamaları ve hayal gücü temelinde oluşturulmuş ve şekillendirilmiştir. Bu nedenle eğitimdeki başarısızlık belirli sosyal gruplarda yoğunlaşmaktadır. Sistemlerin mantığı, bireylerin bazı özelliklerini, yapay bir ortama uyum sağlama becerisi kadar değerli görmez. Bu, geleneksel olarak sisteme yönelik meşru bir eleştiri olmuştur. Alternatiflerin okulun işlevinin ne olması gerektiğini her zaman açıkça belirtmemiş olması ve bu tanımlama eksikliği birçok alternatif eğitimcinin başarısız olmasına neden olmuştur. Bugünün sorunu, bilgiyi küçümsemeye yönelik yeni teknolojilere dayanan bu kurum eleştirisinin büyük bir kısmının, temelde küreselci programın ideolojik örtüsünü oluşturmayı amaçlamasıdır.
Sonuç olarak, Batı toplumları, öğretim ve eğitimin gücünü yitirdiği bir sarmalın içine düşmektedir (birbirleriyle iç içe geçmiş olmaları nedeniyle, aynı hızla düşüyorlar), zira toplumsal yapının bozulması acımasız bir hızla ilerlemektedir. Son yıllarda teknofeodalizm (yeni teknolojik oligarşilerin sosyal çoğunluğu kontrol ve gözetim altında tuttuğu yeni bir feodal sistemi tanımlamak için Yannis Varufakis tarafından ortaya atılan kavram) eğiliminin de etkisiyle daha da kötüleşen neoliberalizm, herhangi bir sağlam sistemi çökertecek genel bir kuralsızlaşma getirmiştir. Eğitim sistemi bu sağlam sistemlerden biriydi. Bu gerileme sadece resmi kurumlar için değil, aileler gibi daha gayri resmi kurumlar için de geçerlidir. Göç, toplulukculuk, bireycilik, ailevi istikrarsızlık, iş güvencesizliği, sivil hayatın bozulması ve artan sosyal disiplinsizlik gibi fenomenler, bir tür büyük sosyal anomi ile karakterize olan bir ekosistem yaratmaktadır. Émile Durkheim (1980’lerde öğretmenlik yaparken okuduğumuz düşünürlerden biri) tarafından ortaya atılan felsefi kavram olan anomi, temel ve kabul görmüş kuralları göz ardı ederek yaşama eğilimidir. Ağlayan birçok öğretmenin hissettiği şey budur: ahlaki ve maddi koordinatlara dayanan, görece sağlam bir sistem, nesnel ve evrensel kuralları tanımakta ve dolayısıyla bunlara uymakta zorlanan nesiller karşısında çözülmektedir.
Eğitim ve öğretim yanlıları arasındaki savaş, tüm siper savaşlarında olduğu gibi verimsiz bir şekilde devam edecektir. Toplumsal eğilimler –ve daha da endişe verici olanı, şu anda yaşadığımız toplumsal kriz– bizim fikirlerimiz, önyargılarımız veya isteklerimizden bağımsız olarak devam edecektir. Toplumsal yapının bozulmasını kolaylaştırmak için eğitim sistemlerini parçalıyorlar. Toplum nereye gittiğini bilmediği için okul da nereye gittiğini bilmiyor, bizi bu karanlık çıkmaza son yarım asırdaki ekonomik ve siyasi kararlar sürükledi. İkinci nesil sosyal ağlar veya daha yakın zamanda ortaya çıkan Yapay Zeka gibi istikrarı bozan faktörlerin varlığı, şimdiki zamanı ve geleceği etkileyen belirsizlik çukurunu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Çinlilerin oldukça başarılı bir şekilde uyguladıkları ekonomik planlama, ekonomiyi politika aracılığıyla kontrol etme, güçlü kurumlar oluşturmaya odaklanma ve asgari düzeyde uzlaşma sağlanmış sosyal ve eğitimsel normlar oluşturmak için gerçek bir tartışma başlatma gibi uygulamalardan vazgeçersek, bu durum daha da kötüye gidecektir. Çin’den biraz farklı bir yol izleyerek, bunu demokrasi içinde yapmaya çalışabiliriz. Ancak, bu makalenin yazan bu konuda şüpheci yaklaşmaktadır, çünkü Çin ve Batı’nın üzerinde hemfikir olduğu bir konu varsa, o da hayatımızı etkileyen büyük kararların demokrasi ve kamuoyu tartışmaları dışında alınmasıdır.










