FATİH YAŞLI
AUTHOR – TÜRKİYE
Türkiye 19 Mart 2025 sabahına tarihinin en büyük siyasi operasyonlarından biriyle uyandı. Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un belediye başkanı ve son yerel seçimlerin birinci partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, çok sayıda belediye bürokratı ile birlikte “yolsuzluk ve terör” gibi suçlamalarla gözaltına alındı ve başta İmamoğlu olmak üzere çoğu tutuklandı. Bu operasyondan sadece bir gün önce ise İmamoğlu’nun otuz bir yıl önce aldığı üniversite diploması usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle elinden alınmıştı. Cumhurbaşkanlığına aday olabilmek için üniversite mezunu olma şartı akla getirildiğinde, bunun da siyasi bir operasyon olduğu anlaşılabiliyordu.
Peki yapılan anketlerin hemen hepsine göre toplumun büyük bir çoğunluğunun hukuki değil siyasi olduğunu düşündüğü bu sürecin arka planı neydi? Halen cezaevinde bulunan İmamoğlu’nun diploması neden iptal edilmiş ve kendisi de yolsuzluk ve terör suçlamalarıyla neden tutuklanmıştı?
Bu soruya yanıt bulabilmek için öncelikle 19 Mart 2025’ten biraz daha geriye, 31 Mart 2024’de yapılan yerel seçimlere gitmemiz gerekiyor. O seçimde ortaya çıkan tablo Türkiye’nin yakın tarihi açısından gerçek anlamda bir kırılmaya tekabül ediyordu çünkü. 31 Mart yerel seçimlerinde 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri iktidarda bulunan İslamcı popülist Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk kez bir seçimden yenilgiyle çıkmış, Türkiye’ye özgü bir sosyal demokrasinin taşıyıcılığını üstlenen CHP ise 1977’den beri ilk kez bir seçimde birinci parti olmayı başarmıştı. Üstelik CHP, 2019’da kazandığı birçok belediyeyi elinde tutmayı başarırken, AKP’nin ve genel olarak Türk sağının kalesi olarak bilinen kimi şehirlerde de ilk kez belediye başkanlığı kazanmıştı.
AKP, seçim sonuçlarını resmen tanımakla birlikte o tarihten kısa bir süre sonra CHP’li belediyeleri etkisizleştirmeyi ve ele geçirmeyi hedefleyen bir operasyonlar dizisi başlattı. Böylece PKK ile bağlantılı DEM Parti’li belediyelere yönelik 2024’de başlayan belediye başkanlarını görevden alma ve yerlerine “kayyım” diye adlandırılan devlet yetkililerinin atanması sürecinin bir benzeri 2025’te de CHP için söz konusu oldu. Bu yazının yazıldığı günlerde üçü büyükşehir, on ikisi ilçe olmak üzere CHP’li on beş belediye başkanı tutukluydu, yüzlerce belediye bürokratı da tıpkı belediye başkanları gibi cezaevindeydi ve tutuklamaların üzerinden beş ay geçmesine rağmen, henüz haklarında iddianame hazırlanıp hâkim karşısına çıkarılmamışlardı.
Seçimsizleştirme nedir?
Ben Türkiye’de yaşanmakta olan bu süreci anayasa hukukçularının “anayasızlaştırma” kavramına atıfla “seçimsizleştirme” olarak adlandırıyor ve bu kavramın olan biteni anlamak açısından bize önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum. Anayasasızlaştırma, anayasanın resmen ortadan kaldırılmadığı ama iktidardakiler tarafından fiilen askıya alındığı, anayasadaki temel hak ve özgürlüklerin toplum tarafından kullanılamadığı ve anayasal yargı kararlarına riayet edilmediği bir durumu anlatmak için kullanılıyor. İşte ben de seçimsizleştirme sürecini seçimlerin resmen ortadan kaldırılmadığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, iktidardakilerin başta baskı politikaları olmak üzere rakiplerini çeşitli yöntemlerle bertaraf ettiği, muhalefeti işlevsizleştirdiği ve sandıktan çıkacak sonuçları kendi lehlerine çevirecek çeşitli manipülasyonlar yaptıkları bir durumu tarif etmek için kullanıyorum.
Kavram bana ait olmakla birlikte, buradaki çıkış noktamı sağ popülizm ve faşizm üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Federico Finchelstein’ın “Faşizme Heves Etmek” adlı kitabı oluşturuyor. Finchelstein bu kitabında Trump, Bolsanora, Modi gibi isimlerin 1930’lardaki klasik faşist rejimlere benzer faşist rejimler inşa etmeye hevesli olduklarını ama hem kendi ülkelerindeki hem de uluslararası konjonktürün buna izin vermediğini söylüyor. Trump’ın 2020’de seçimleri kaybetmesinin ardından, taraftarlarının ABD kongresini basması ya da Bolsanoro’nun 2022’de Brezilya’da kendisi için yenilgi anlamına gelen seçim sonuçlarını önce tanımayıp sonra mecburen başkanlıktan çekilmek zorunda kalması gibi örnekler, faşizme heves etme ile seçimler arasındaki bağlantıları gösteriyor. Eğer bu liderler güç dengeleri izin verse ve konjonktür uygun olsa, seçim sonuçlarını tanımayacak ve hatta belki de bildiğimiz anlamıyla seçim mekanizmalarını ortadan kaldıracaklar; ancak şimdilik buna cesaret edemiyorlar ve bu istekleri “faşizme heves etmek”ten öteye gidemiyor.
İşte Türkiye’de yaşananları da faşizme heves eden bir iktidarın ülkeyi içerisine soktuğu “seçimsizleştirme” süreci üzerinden okumak ve öyle değerlendirmek gerekiyor. Üstelik ben bu sürecin 19 Mart 2025’te başlamadığını, daha öncesindeki seçimlerde AKP’nin aldığı tutuma bakarak bu sürecin 19 Mart öncesindeki kökenlerinin rahatlıkla görülebileceğini öne sürüyorum; bunun için ise daha da geriye 2014 yerel seçimlerine kadar gitmek ve o tarihten 19 Mart’a kadar yaşanan gelişmeleri yeniden hatırlamak gerekiyor.
Seçimsizleştirmenin tarihi
2014 yerel seçimlerinde Ankara’da AKP’li belediye başkanı Melih Gökçek ile CHP’nin adayı Mansur Yavaş arasında çok ciddi bir çekişme yaşandı. Oyların sayımı sabaha kadar sürerken ve farklı sandıklardan sürekli hile ve usulsüzlük haberleri gelirken, dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın da bizzat devreye girmesiyle Gökçek’in çok küçük bir oy farkıyla seçimi kazandığı ilan edildi. Mansur Yavaş seçimlerde “tam kanunsuzluk” iddiasıyla Yüksek Seçim Kurulu’na başvurduysa da iktidarın kontrolündeki bu kurul Yavaş’ın itirazını reddetti ve Gökçek’in seçimi kazandığını resmen ilan etmiş oldu. Bu, Türkiye’nin seçimsizleştirilmesi sürecinin en kritik evrelerinden biriydi, iktidarın kaybettiği bir seçimde neler yapabileceğinin işaretleri ilk kez burada görülmüştü.
Türkiye 2015 yılında bu sefer genel seçime gitti ve AKP bu seçimden birinci parti olarak çıkmasına rağmen tek başına hükümet kurabilecek bir çoğunluğa ulaşamadı; hükümet ancak bir koalisyon aracılığıyla kurulabilirdi. Bu ise AKP’nin doğasına uygun değildi, çünkü AKP rejim inşa etmeye, devletleşmeye çalışan bir partiydi ve bir koalisyon hükümetiyle yol haritasını hayata geçirmesi mümkün değildi. Bu nedenle Türkiye çok kısa bir süre içerisinde bir “tekrar seçim” konjonktürüne sokuldu. Erdoğan’ın hükümeti kurmakla görevlendirdiği Davutoğlu, koalisyon görüşmelerinde muhalefeti oyaladıktan sonra görevi Erdoğan’a iade ettiğinde, Erdoğan görevi ikinci büyük parti olan CHP’ye vermedi ve ülkenin çok kısa bir süre içerisinde tekrar seçime gideceğini söyledi. Türkiye tarihinde ilk kez fiilen bir iktidar seçim sonuçlarını tanımıyor ve ülkeyi yeniden seçime götürme hazırlıkları yapıyordu. Bu karara eşlik edecek şekilde Kürt sorununda yeniden şiddet devreye sokuldu ve çatışmalar başladı, o esnada IŞİD de karanlık güçler tarafından devreye sokuldu ve önce Urfa Suruç’ta, sonra başkent Ankara’da yüzlerce muhalif intihar bombacılarının saldırılarında katledildi. İktidar ise güvenlikçi ve milliyetçi bir söylemle toplumdan oy istiyor, yaşananları adeta bir şantaj unsuru olarak kullanarak yeniden tek başına iktidar olmayı hedefliyordu. Türkiye 1 Kasım günü yeniden seçime giderken, 7 Haziran seçimlerinden o güne kadar geçen kısa zaman dilimi içerisinde Türkiye’de tam 862 kişi yaşamını yitirmiş bulunuyordu. Bu şiddet ve sindirme siyaseti işe yaradı ve AKP 1 Kasım seçimlerinde oylarını yaklaşık 9 puan artırarak yeniden tek başına iktidar oldu. Bu ise seçimsizleştirme sürecinin yerel seçimlerden genel seçimlere doğru evrilmesi anlamına geliyordu; ülkede ilk kez bir parti seçim sonuçlarını fiilen tanımıyor, ülkeyi tekrar seçime götürüyor ve o esnada siyaseti şiddet üzerinden dizayn ederek tekrarlattığı seçimleri kazanıyordu.
Türkiye’de bu seçimden çok kısa bir süre sonra bir darbe girişimi yaşanacak, AKP’nin gayri resmi ortağı olan ve başta ordu olmak üzere uzun süredir devlette örgütlenen dini bir cemaat olan Gülen Cemaati AKP’yi devirmeye çalışacaktı. AKP 15 Temmuz 2016’daki bu darbe girişimini durdurduktan sonra radikal sağ Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile bir ittifak kuracak ve MHP kısa süre sonra Türkiye’nin parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmesi için AKP’ye destek vereceğini açıklayacaktı. Bu desteğin açıklanmasının ardından Türkiye 16 Nisan 2017’de anayasadaki ilgili maddelerin değişmesi için referanduma gidecek, sandıktan yüzde 51 evet, yüzde 49 hayır gibi bir sonuç çıkacak ve iktidar kıl payıyla hedefine ulaşacaktı. Ancak seçimde binlerce mühürsüz oy kullanılmış ve YSK seçim kanununda açık hüküm olmasına rağmen mühürsüz oyları geçerli olarak kabul etmişti. Sonuçlar açıklandığında seçim kutlamaları adı altında AKP taraftarları sokaklarda havaya ateş açacak, Erdoğan ise “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek zımnen yapılan hileyi kabul edecekti. Muhalefet seçim sonuçlarını tanımadığını ve seçimlerin iptali için gereken her şeyi yapacağını açıklasa da sahici bir mücadeleyi göze alamadı ve Türkiye seçimsizleştirme sürecine uygun bir şekilde, usulsüzlük ve hileyle parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçecekti.
2014 seçimlerinden beş yıl sonra Türkiye’de yerel seçimler yapıldı ve seçimsizleştirme sürecinin bu seferki adresi İstanbul’du. Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul AKP açısından hem siyasi hem iktisadi olarak son derece önemliydi. İstanbul yıllarca İslamcılığın kalesi olmuş, İslamcılığın iktidar yürüyüşü de buradaki belediyelerden başlamıştı. AKP lideri Erdoğan da bir dönem İstanbul’un belediye başkanlığı görevini yürütmüştü. 31 Mart 2019’da yapılan seçimlerde CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu büyük bir sürprize imza atarak seçimleri kazandı; ancak AKP bu yenilgiyi kolay kolay kabul etmeyecek ve seçimsizleştirme dinamikleri yeniden devreye girecekti. Günler süren güç mücadelesinin sonunda iktidar hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın İstanbul seçimlerinin iptal edilmesini sağladı ve İmamoğlu’na verilen mazbata geri alınarak yeniden seçime gidildi. 23 Haziran’da yapılan seçimleri İmamoğlu büyük bir farkla kazandığında iktidar açısından yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı ama iktidarın güç dengeleri izin verdiğinde bir seçim sonucunu tanımayacağı ve resmi olarak iptal ettirebileceği çok net bir şekilde görülmüştü.
Türkiye 2023 ve 2024 yıllarında önce genel seçime sonra da yerel seçimlere gitti. 14 Mayıs 2023’te yapılan seçimlerin ilk turunda AKP’nin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan rakibi ve muhalefetin ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan 4.5 puan daha fazla oy alarak birinci çıkmayı başardı; Ancak seçim sistemi uyarınca yüzde 50’yi geçmek şart olduğu için ikinci tura gidildi. İkinci turda ise Erdoğan toplam oyların yüzde 52’sini alarak bir kez daha cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı. AKP-MHP ittifakı da parlamento seçimlerinde çoğunluğu almayı başarmıştı ve böylece ortaya güçlü bir hükümet tablosu çıktı.
Yaklaşık bir yıl sonra yapılacak olan yerel seçimlerde ise tablo tepetaklak olacaktı; 31 Mart 2024 seçimlerinde AKP ilk defa bir seçim yenilgisi alırken, CHP ise 47 yıl sonra bir seçim zaferi kazanmıştı. Başta büyükşehirler olmak üzere CHP’nin kazandığı illerde fark öylesine büyüktü ki oyların sayımında ya da sisteme girişinde bir usulsüzlük ya da hile yapmak mümkün değildi; aynı şekilde iktidarın sonuçlara itiraz edip yeniden sayım yapılmasını istemesinin de herhangi bir zemini yoktu. 31 Mart seçimlerinin sonuçları iktidarın büyükşehirlerde oy kaybetmeye devam ettiğini ve buna şimdi bir de taşra kentlerinin eklendiğini gösteriyordu. Tarihsel olarak Türk sağının kalesi olarak bilinen şehirlerin bazılarında sandıktan CHP’nin adayı çıkmıştı ve bu çok net bir şekilde AKP’nin hegemonya kaybına işaret ediyordu.
31 Mart’tan 19 Mart’a, oradan nereye?
AKP’nin 31 Mart seçimlerindeki yenilgisinin nedeni esas olarak derinleşen ekonomik krizdi. Muhalif iktisatçıların “bölüşüm krizi” olarak adlandırdığı bu krizi, 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra Hazine ve Maliye Bakanlığı’na atanan Mehmet Şimşek’in izlediği ekonomik program daha da derinleştirmişti. “Şimşek programı” olarak anılan bu klasik neoliberal program enflasyonun düşürülmesi için talebin azaltılması gerektiği inancı üzerine kuruluydu. Talebin azalması için ise geniş halk kitlelerinin alım gücünün düşürülmesi, yani yoksullaştırılması gerekiyordu. Şimşek programı enflasyonu düşürmek adına reel gelirleri düşürürken faizleri de yükseltti. Böylece kredi kartıyla ve tüketici kredileriyle hayatını idame ettiren, ancak borçlanarak yaşayabilen milyonlar açısından borç bulmak daha yüksek maliyetli hale geldi. Öte yandan enflasyonist ortamda hem şirket kârları artıyor hem de finans sermayesi yüksek faizler aracılığıyla büyük paralar kazanıyordu. İşte 31 Mart seçim sonuçlarının ana belirleyeni bu olguydu; halk giderek yoksullaşmasının faturasını iktidara kesti ve AKP seçimleri kaybederken kazanan ana muhalefet partisi CHP oldu.
İktidar partisi seçim yenilgisini atlatmak için kısa süre sonra iki ayağı olan bir planı devreye soktu. Bir yandan CHP bir numaralı iç düşman kategorisine yerleştirilip CHP’li belediyelere ve başta İmamoğlu olmak üzere CHP’li belediye başkanlarına yönelik bir tutuklama dalgasına girişilirken, öte yandan PKK ile silah bırakması için bir müzakere süreci başlatıldı ve PKK’nın legal kanadı olarak değerlendirilen DEM Parti de bu müzakere sürecinin bir parçası haline getirildi. Böylece DEM Parti CHP’ye yönelik operasyonlar karşısında fiilen nötr bir pozisyona yerleştirildi. PKK ile başlatılan müzakereler halen devam etmekle birlikte iktidarın buradaki asıl hedefinin ancak Meclis’ten bir erken seçim kararı alınması ya da anayasadaki ilgili hükmün değişmesi halinde tekrar aday olabilecek Erdoğan’a Kürt hareketinin desteğiyle ömür boyu başkanlık yolunu açmak olduğu söylenebilir. Bu ise seçimsizleştirme sürecinde bir basamak daha atlanması ve rejimin fiilen seçimsiz aşamaya geçmesi anlamına gelecektir.
Öte yandan 19 Mart operasyonlarına toplumun geniş kesimleri ciddi bir tepki vermiş, uzunca bir süre sonra alanlar ve sokaklar yeniden siyasetin yapıldığı mekânlara dönüşmüş, başını öğrencilerin ve gençlerin çektiği büyük protesto gösterileri gerçekleşmiştir. Ancak okulların kapanması ve yaz tatili ile birlikte gösteriler sönümlenmiştir. Yine de CHP düzenli olarak Türkiye’nin çeşitli illerinde mitingler yapmaya ve Cumhurbaşkanı İmamoğlu için özgürlük istemeye devam etmektedir. AKP şu an ciddi bir hegemonya ve meşruiyet bunalımıyla karşı karşıyadır. Ekonomide işler istenildiği gibi gitmemekte, topluma yeni bir hikâye anlatılamamaktadır. Yapılan anketlere göre toplumun önemlice bir bölümü ekonomiyi en önemli sorun olarak görmekte, CHP’li belediyelere yapılan operasyonları desteklememekte ve Kürt sorunu başlığındaki yeni müzakere sürecine destek vermemektedir. Yine de henüz iktidar açısından bir çöküşten bahsetmek mümkün değildir, AKP halen yüzde 30’a yakın bir oy seviyesinde seyretmektedir. CHP ise 31 Mart’tan beri birinci parti görünmekte, İmamoğlu da Erdoğan’ın önünde yer almaktadır; ancak iki parti ve iki aday arasındaki fark geri dönüşsüz bir şekilde açılmış değildir. CHP henüz iktidarı erken seçime zorlayamamakta, belediyelere yönelik operasyonları ve seçimsizleştirme operasyonlarını da durduramamaktadır. Gidişatın nereye doğru olacağı ise sonbahardan itibaren toplumsal eylemliliğin yeniden başlayıp başlamayacağına bağlıdır. Türkiye’de 22 yıl boyunca iktidar en çok toplumsal hareketlilik ve kitle gösterilerinden çekinmiştir. Şimdi bir kez daha Türkiye’nin kaderini sokağın denkleme dahil olup olmayacağı belirleyecektir