ERGUN İŞERİ
Yazar • TÜRKİYE
İnsanlık tarihinin kayıtlara geçmiş döneminde can kayıplarının, yaşamı geniş ölçüde etkileyen değişikliklerin ardından yas tutmanın farklı biçimleri anlatılmaktadır.
Hemen her kıtada yas tutma çeşitli ritüeller ile kendini göstermektedir. Zaman içinde oluşan dinler, inanışlar giderek bu ritüelleri de kapsayacak şekilde yeni formlara dönüşmüş veya eski ritüeller, yeni inanışların bir parçası haline gelmiştir.
Günümüzde kayıpların ardından yaşanan yas süreçleri psikoloji ve sosyolojinin farklı alt dalları açısından bir uzmanlık alanına dönüşmüştür.
Yas kavramı çeşitli yazarlar tarafından en genel anlamıyla; “bir kaybın ardından meydana gelen şiddetli ve uzun süreli acı veren bir durum olarak tanımlanmaktadır”. (Özkan & Özel, 2020)
Bu tanımı bireysel olduğu kadar toplumsal olarak da kullanmak mümkündür. Aslına bakılırsa bireysel dediğimiz yasın bile çoğu kez birkaç kişiden onlarca kişiye ulaşan bir topluluğu içerdiği görülmektedir.
Türkiye toplumsal travmalar ve bu travmalar nedeniyle yaşanan yaslar bakımından uzun bir geçmişe ve büyük bir deneyime sahiptir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılında çeşitli ülkelerle girişilen savaşların yarattığı yıkım ve çöküş beraberinde büyük göçleri, can kayıplarını getirdi. Aynı dönemde artan milliyetçi akımların da etkisiyle Balkanlardan Arabistan’a hemen her alanda bir iç savaş ortamı oluştu. Faillerini iktidarların, toplumsal grupların oluşturduğu ve çok sayıda insanın kıyımı, zorunlu göçü, din değiştirmeye zorlanması, varlıklarına el konulması, tecavüz edilmesi gibi her türlü insanlığa karşı suç işlendi.
Ana hatlarıyla bakıldığında dini inanış, etnik köken, düşünce farklılıkları nedeniyle yaşananlardan iş ve kadın cinayetlerine varıncaya kadar toplumun bütününü veya bir bölümünü ilgilendiren birçok olay veya çatışma toplumsal travma haline geldi.
Geçmişten günümüze uzanan toplumsal travmalara hemen her gün yenileri eklenmektedir.
Yas tutmak nasıl bir haktır?
“Bir kayıp olduğu zaman yas tutmak mecburiyetindeyiz. Göç ettiğimiz zaman kaybımız var, aileyi kaybediyoruz, ağaçları kaybediyoruz, kedileri kaybediyoruz. Bir anne fil öldüğü zaman baba fil ve yavruları ölen filden hemen ayrılamıyorlar. Gidiyorlar, tekme atıyorlar, sanki ölen fil tekrar dünyaya gelecek gibi bekliyorlar. 3-4 saat sonra ayrılabiliyorlar. Hayvanlarda bile kayba karşı bir yas tutma hali var.” (Volkan, 2016)
Dünya genelinde yaygın dinler açısından bakıldığında hemen hepsinde yas önemli bir yer tutmaktadır. Kimisinde birkaç gün ile sınırlanırken kimisinde yıllara yayılan bir süreç içerdiği görülmektedir.
Bütün bunları dikkate aldığımızda yasın insanlık tarihinin veya insanlığın bir parçası olduğunu, her insan açısından vazgeçilmez ve meşru bir hakka dönüştüğü genel kabul gören bir görüştür.
Yalnızca inanç yönünden bakıldığında bile “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” kapsamında yasın temel bir insan hakkı olduğunu söyleyebiliriz. (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi)
Sonuç olarak yas tutmak, temel bir insan hakkı olarak tanımlanabilir.
Türkiye’de gerçek bir yas tutma hakkını engelleyen koşullar nelerdir?
Günümüzde yas tutma genellikle dini ritüeller şeklinde yaşama geçmektedir. Türkiye’nin nüfus çoğunluğu İslam dini içinde kabul edildiğinden konuya öncelikle İslam çerçevesinde bakmak gerekmektedir.
İslami inanış açısından yasa yaklaşım, Türkiye’de Din İşleri Yüksek Kurulu’nca resmileşmiş doktrine göre şu şekilde yorumlanmıştır;
“Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur.”
Bu değerlendirme, İslamın peygamberi Muhammet’in yaşamından ve sözlerinden (Hadis) örneklerle açıklanmaktadır. Kurul yukarıdaki yorumunda ayrıca; Muhammet’in kendi çocuklarının ve torunlarının ölümü nedeniyle gözyaşları döktüğünü, ancak aynı zamanda Allah’ın takdirine karşı çıkmanın, İslam öncesi Arap toplumu için kullandıkları “cahiliye” devrinde olduğu gibi yaka paça yırtarak ağlamanın da doğru olmadığını söylediğini belirtmektedir. (Din İşleri Yüksek Kurulu)
Dini açıdan yapılan bu tanımlamaya karşın günümüz Arap toplumunda yas tutma ritüelleri, kayıpları nedeniyle gösterdikleri tepkileri “cahiliye” devrinin alışkanlıkları ile benzerlik taşımaktadır. insanın kayıplar karşısında verdiği tepki tümüyle kendine özgü olmakla birlikte; öğretilmiş, edinilmiş toplumsal davranış kalıpları olarak da öne çıkmaktadır. Konulmak istenen kurallara rağmen yas biçimleri, davranışları varlığını sürdürebilecek kadar güçlü olabilmektedir.
Toplumsal travmalarda oluşan tepkilerin veya toplumsal yasın biçimleri de toplumdan topluma değişiklik göstermektedir.
Aynı ülke içinde yaşayan farklı toplulukların yas ya da daha geniş haliyle toplumsal yas yaklaşımları farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklar, topluluklar arasında kabullenme ve reddetme tepkilerini de beraberinde getirebilmektedir.
Özellikle “iç savaş” olgusuyla karşılaşmış toplumlarda bir topluluk için travma nedeni olan bir olay diğer topluluk için başka bir anlam taşımaktadır. İç savaşlar ardından kimi toplumlarda travmayı yaratanlarda (failler) “unutma” baskın olmaktadır. Oysa failler ve mağdurlar açısından bir “adalet” sağlanmadan oluşan veya oluşturulmak istenen unutma da “daha sonra yeniden canlanacak ve çoğu kez hınçla dolacaktır.” (Traverso, 2021)
Topluluğu oluşturanlar açısından travma, her şeyden önce topluluk üyeleri arasındaki dayanışma, ortak davranış ile aşılmaya çalışılmaktadır. Bu ise travmayı yaratanlar ile travma mağdurları yani yas tutmak isteyenler açısından bir çatışma alanı oluşturmaktadır.
Bu tip çatışmalar dini, etnik, siyasi, sınıflar gruplar arasında çok farklı dönemlerde gözlenmektedir.
Türkiye, toplumsal travmalar yönünden adeta “zengin” bir tarihsel birikime sahiptir ve yeni eklenen travmalarla sürekliliğini korumaktadır.
Farklı ülkelerde yaşanan deneyimler ışığında toplumsal travmaları aşabilmenin önemli adımlarından birini “yüzleşme” oluşturmaktadır. Geçmişle yüzleşmek, “yalnızca mağdurların değil, bütün toplumun iyileşmesini sağlar”. Aksi halde “güvensizlik, kuşaklar arası aktarım, kimlik çatışması ve toplumsal yabancılaşma olarak nesilden nesle taşınır.” (Karatay, 2025)
Türkiye’de yaşanan toplumsal travmalar karşısında iktidarların izledikleri politikalar, toplumsal yasın ve toplumun sağlıklı bir biçimde travmayla başa çıkmasının önündeki önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu durum hem travmaların aşılmasını hem de yas tutmayı zorlaştıran bir unsur haline gelmektedir.
İktidarların “düşman”laştırma politikaları yas ile travmayı aşmaya çalışan toplulukların hedef haline getirilmesine, hatta çoğu zaman “kriminalize” edilmesine neden olmaktadır.
Yasın önemli bir unsurunun adalete erişim olduğu genel kabul görmüş bir görüştür. Travmaya neden olanların adil yargılanması ve cezalandırılması yasın önemli bir adımıdır. Ancak iktidarların ve destekçilerinin tutumları tam aksi yönde gelişmekte, adaletsizlik, suçluların yargılamadan kaçırılması veya düşük cezalarla geçiştirilmesi, hatta çoğu durumda mağdurların suçlanması toplum içindeki kutuplaşmayı daha da belirginleştirmektedir.
Bu nedenle, toplumun yas tutması dahi bir suç olarak görülerek, yas tutulmasının önlenmesine çalışılmaktadır. Türkiye açısından en tipi örneklerinden birisi Cumartesi Anneleri’nin karşı karşı kaldığı saldırılardır. Cumartesi Annelerinin eylemi, 12 Eylül 1980 faşist darbesi sonrasında gözaltında kaybolan çocuklarının akıbetini sorgulayan “kayıp” yakınlarının her hafta cumartesi günü yaptıkları anma ve çağrıdır. Burada TBMM Araştırma Komisyonu tutanaklarına da yansıyan açık bir devlet politikası vardır ve bu kayıpların hemen tamamı sol, sosyalist düşünceye sahip kişilerin gözaltında işkenceyle öldürülmesi, kaçırılarak infaz edilmesinden kaynaklanmaktadır. Sorunu yaratan devlet olduğu için kayıpların akıbetini sormak, yasını tutmak devlete karşı bir eylem gibi görülmekte ve çoğunlukla polis güçlerince dağıtılmaya çalışılmaktadır.
Bir başka ilginç örnek, 10 Ekim 2015 tarihinde Türkiye’deki iktidarın Suriye’ye askeri müdahale girişimini protesto için Ankara’da sendikaların çağrısıyla düzenlenen mitinge yapılan bombalı saldırılar sonrasında yaşananlardır. (Cumhuriyet Gazetesi, 2015)
Saldırıyı yapanlar, Irak ile Suriye’nin bir kısmını işgal eden, kendisi gibi düşünmeyen herkesi katleden, Birleşmiş Milletler’in ve dünyanın hemen tüm ülkelerinin “terörist” olarak tanımladığı, kendilerini İslam Devleti (eski adıyla Irak-Şam İslam Devleti) olarak tanımlayan bir örgütün üyeleridir.
Devlet elindeki saldırı hazırlığı bilgilerine rağmen yeterli önlem almamış, iyi organize edilmiş saldırı sonucunda Ankara Garı önünde yürüyüş için hazırlanan sendika, siyasi parti üyelerinden 103’ü yaşamını yitirmiş, onlarca kişi de yaralanmıştı.
Bu olay üzerine Konya’da yapılan Türkiye ile İzlanda arasında oynanan futbol karşılaşması öncesinde Türkiye Milli Takımı, sahaya çıktığında ölenler anısına saygı duruşunda bulundu. 42 bin kişilik stadyumda, bu saygı duruşu protesto ile karşılaştı. Adeta saldırganları destekleyecek nitelikte sloganlar atıldı. (Diken, 2015)
İktidara yakın basında ise saldırıyı yapanları görmezden gelen, saldırgan olarak “bölücü” diye nitelenen bir siyasi partiyi gösteren haberler yapıldı. (Tunçay, 2017)
10 Ekim saldırısı nedeniyle toplum vicdanını rahatlatacak nitelikte bir adalet (suçluların bulunması ve cezalandırılması) ortaya çıkmadığı için toplum belleğinde yerini koruyan ve her yıl tekrarlanan eylemlerle adalet arayışı süren toplumsal bir travma olarak kalmıştır.
Bir politik mücadele alanı olarak yas tutmak – mutlak cezasızlık haline karşı yöntemler
Türkiye’de yaşanan toplumsal travmalar ve ardından gelen süreç, özellikle adalete erişim yönünden toplumsal yas süreçlerini de etkilemektedir.
İktidarların üzerine örtmeye, iktidar içindeki siyasi parti veya gruplarla, devlet organlarıyla bağlarını gizlemeye çalıştığı her olay, doğal olarak toplumlarda tepkinin dayanışma ve ritüellerle sürdürülmesinin ve adalet arayışının tekrarlanmasının tetikleyicisi olmaktadır.
Toplumsal kaybın biçimini her ne olursa olsun, iktidarın politikaları ile en küçük bağ, travmanın ve ardından yasın görünmez kılınması ve yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi bir tür “düşman hukuku” kavramı ile cezalandırılmaya çalışılması Türkiye’nin tarihi içinde sıklıkla karşılaşılan bir olgudur.
Sadece örnekleri sıralamak ve bunların hikayesi anlatmaya çalışmak bile sayfalar tutacak bir çalışmayı gerekli kılmaktadır.
İster maden ocağı çökmesi olsun, isterse sel veya deprem felaketi olsun sorumluluğun şu veya bu oranda iktidar veya destekçilerinde ya da iktidarlarca korunan kesimlerde olduğu her toplumsal travma, karşısında örtük veya açık devlet güçlerinin yaptırımlarını bulmaktadır.
Yaşanan kimi katliamlarda, suçlular ya kaçırılarak yargısız bırakılmakta ya da yapılan yargılamalarda hafif cezalar alarak kurtarılmaktadır. Kimi olaylarda mahkemelerde mahkum olanlar, sonradan yeni suçlular üretilerek “aklanmak”tadır. Bunun en tipik örneği, 1978 Kahramanmaraş Katliamı davasında görülmüştür.
Bu durum, özellikle ülkenin dini, etnik azınlıkları, egemen ideoloji için “düşman” kabul edilen siyasi veya ideolojik örgütlülük veya kişileri etkilemektedir.
Toplumsal travmanın türü ne olursa olsun, iktidarlar ya da egemen ideoloji ile çelişen her olayda mağdurların yasları kendi niyetlerinden bağımsız bile olsa “siyasi” bir biçim halini alabilmektedir.
Kayıplarını aramak, yakınının cenazesini istemek, faillerin bulunmasını ve yargılanmasını talep etmek iktidarlar ve yönetimlerindeki devlet mekanizması ile mücadeleyi beraberinde getirmektedir.
Yine 10 Ekim, Ankara Garı katliamı örneğine dönersek, her yıl düzenlenen anma etkinlikleri (yas) sıklıkla emniyet güçlerinin engellemesi, fiziki ve orantısız şiddet kullanımıyla karşı karşıya kalmaktadır.
Haliyle toplumsal yaslar, politik mücadele ile birleşerek işlemekte ve yaşanmaktadır.
“İnsan aklı nisyanla malüldür” stratejisi ya da yaşanan faciaların etkisinin manipülasyon, dezenformasyon ve polemik yoluyla etkisizleştirilmesi – gündem üzerinde mutlak hakimiyet için mücadele
Toplumsal travmalarda egemen yapılar, iktidar elindeki başta medya araçlarıyla (günümüzde Türkiye’de ana akım sayılabilecek medya organlarının yüzde 90’ına yakını iktidarın doğrudan denetim ve yönetimindedir) travmaya uğrayan, mağdur olanları suçlama veya suça ya da suçluya yönelik yanlış yönlendirme çok yaygın kullanılan bir yöntemdir.
Sosyal medya araçlarının, uygulamalarının yaygınlaşması, bunların bilgi teknolojileri ile biçimlendirilmesi bilgi kirliliği veya yanıltıcı yönlendirme belirleyici bir unsur haline gelmektedir.
BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü Irene Khan 2021 raporunda şu saptamayı yapmaktadır; (Leidel, 2024)
„Dijital teknoloji, yanlış veya manipüle edilmiş bilgilerin çeşitli aktörler tarafından siyasi, ideolojik veya ticari amaçlarla daha önce hiç bilinmeyen bir ölçekte, hızda ve erişimde yaratılmasına, yayılmasına ve güçlendirilmesine yönelik yolları mümkün kıldı.“
Bu tür yöntemlerle seçimlerin bile kazanıldığı günümüzde, suçlular kendilerini gizleyebilmekte, toplum yanlış hedeflere yönlendirilmekte ve mağdurlar çok rahat bir şekilde faile dönüştürülebilmektedir.
Hannah Arrent 1974 yılındaki bir söyleşide şunlara değinmiştir; (Leidel, 2024)
“Eğer herkes sana her zaman yalan söylüyorsa, sonuç senin yalanlara inanman değil, artık kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. …
… artık hiçbir şeye inanamayan bir halk, kararını veremez. Sadece hareket etme kapasitesinden değil, düşünme ve yargılama kapasitesinden de yoksundur. Ve böyle bir insanla istediğini yapabilirsin”
İktidarların ve egemen siyasal yapıların da istediği bir anlamda budur. Her istediklerini yapabilecekleri insanlardan oluşan bir toplum yaratmak. Bu yaratılırken, toplumsal travma mağdurlarının yas haklarının da engellenmesi için istenilen koşullar oluşturulmaktadır.
“Adaletsiz bir topluluk, kaybını bir suç yüzünden yaşamış olan kişi için sert ve zalimdir. İşlenen suç için hakkını aramamasını bekleyecek kadar talepkârdır. Adalet sağlama iddiasına karşı tutarsızdır. Düzeni sağlayamayacağını gösterdiği için kolay bozulabilir ve dağıtılabilir bir görünüm verir, güvensizlik yaratır.” (Köşkdere, 2025)
Yas tutmak isteyenlere karşı, yalnızca devletin zor araçlarıyla değil, iktidar hegemonyasının etkisi altındaki kitlelerin tepkileriyle veya tepkisizliğiyle de bir barikat örülmektedir.
Gerçek bir yas tutma hakkının ön koşulu olarak her kademeden kamu yetkilisinin yargılanabilirliği
Adalet, antik Yunan filozoflarından beri tartışmalı bir kavramdır. Hukuk açısından tam olarak tanımlanmamıştır.
Bununla birlikte mahkeme kararlarının adalete uygun olması, “belirli bir kurala veya kurallar sistemine uygun olarak verilmesi anlamını taşımaktadır.” (Güriz)
Toplumlar yalnızca mahkeme kararlarında değil yönetimlerin uygulamalarında da adalet beklentisi içinde olmaktadır.
Artık sıklıkla karşılaştığımız cezasızlık kavramı “devletin bizzat yarattığı veya göz yumduğu aktörler eliyle yahut devlet ve kurumlarının denetlenmemesi sonucu meydana gelmiş olan ağır ve sistematik hak ihlalleri ile ilişkili” olarak kullanılmaktadır. (Hafıza Merkezi, 2011)
Yakın tarihimizde cezasızlık oldukça öne çıkan bir sorun odağına dönüşmüştür. Sıklıkla yakalanan suç faillerinin, daha önce de hatta aynı suçtan yakalanıp yargılandığı, az ceza verilmesi veya erken ya da şartlı tahliye ile serbest bırakıldığı ortaya çıktıkça, bu durum toplumda adalete güveni de sarsmaktadır.
Türkiye’deki hemen bütün barolar tarafından imzalanarak yayımlanan bir bildiride şu saptama yapılmaktadır: (İstanbul Barosu, 2024)
“Özellikle son dönemlerde toplumda infial yaratan, sosyal medya ve haberlere yansıyan suç haberlerinin faillerinin, daha önce bir ya da birkaç suçtan dolayı hükümlü olduğunun ortaya çıkması toplum nezdinde hükümlülerin yeteri kadar ceza almadığı hatta yaptıkları eylemlerin yanına kar kaldığı yönünde olan algıları artırmıştır.”
Cezasızlık sorununu yaratan iktidar olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bunu bir yönüyle ceza infaz sistemlerinde yapılan (cezaevlerini boşaltmak adına yapılan) düzenlemelerle diğer yandan destekçilerini kollamak için fiilen uyguladıkları yöntemlerle sürdürmektedirler.
Savcı ve hakimlerin verdikleri kararlardan dolayı sorumlu olmasına ilişkin yapılan yasa düzenlemesi, salt “iktidar yargısı” oluşturmak amacıyla 2011 yılında ortadan kaldırılmıştır. Bu şekilde iktidarın isteği doğrultusunda dava açan, hüküm kuran savcı ve hakimler koruma altına alınmıştır.
Son 20 yıllık süreçte Türkiye’de tüm devlet kurumları bir iktidar vesayeti altına girmiştir. Farklı bir ifade ile parti devleti kurulmuş ve yandaşlarınca bu bir devrim olarak nitelenmiştir. Vesayet rejimine karşı olduğunu söyleyen iktidar partisi (ve ortakları) kağıt üzerinde özerk, bağımsız olması gereken tüm yapıları doğrudan emir komuta zinciri altına almıştır.
Böylesi bir yapıda yargı normatif hukuka göre değil, tıpkı 1933-1945 yılları arasında Almanya’daki 3. Reich yönetimi benzeri (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) parti kararlarına ve taleplerine göre karar vermeye başlamıştır.
İster iş cinayeti olsun isterse bombalı saldırı gerçekleştirilsin, adalet sisteminin böylesi bir işleyiş içinde olması, toplumun yaşadığı travmanın daha da pekişmesine, yastan beklenen iyileşme sürecinin tam tersi bir sürecin yaşanmasına neden olunması kaçınılmazdır.
İktidarın beğenmediği bir davayı açan savcının veya beğenmediği kararı veren hangi seviyede olursa olsun hakimin görevinden alındığı koşullarda “adalet” zaten anlamını yitirmektedir.
Bu çarpıklığı gidermenin ilk adımı, özellikle hakimlerin verdikleri kararlardan dolayı tıpkı 2011 öncesinde olduğu gibi doğrudan sorumlu olacakları bir yasa değişikliği gereklidir.
İkinci adım ise kamu görevlilerinin yargılanmasını iktidar onayından çıkarılmasıdır. Hukuka, yasaya aykırı iş ve işlem yapan tüm kamu görevlileri “bağımsız” yargının karşısına çıkarılmalıdır. Burada temel unsur, yargının da bağımsız olabilmesidir. Aksi halde bağımsızlığını yitirmiş bir yargı sisteminde, kamu görevlisi salt hukuka uygun davrandığı için yine iktidarın veya yandaşlarının yargı yoluyla yaptırımına uğrayabilir.
Yas tutmanın engellenmesi koşullarında direnme hakkı
Hukuk ve siyaset alanında “direnme hakkı” kavramı uzun yıllara dayanan bir geçmişe sahiptir. Özellikle 18. Yüzyıl başlarından itibaren oluşmaya başlayan insan hakları kavramının bir parçası olarak temel birçok metinde direnme hakkına yer verilmiştir.
Elbette kavramın asıl tartışma alanı iktidarlar ve toplum arasındaki çatışmalardır. Baskıcı yönetimlere karşı halkın haklarını savunmasını, baskıcı yönetimleri değiştirme çabasını ifade etmek için kullanılmıştır.
İslam siyaset ve hukuk düşüncesinde iki ana akım bulunmaktadır. Birincisi iktidara (halife veya imam) mutlak itaati öngörmüştür. Diğeri ise zalim ve şeriattan uzaklaşmış iktidara direnmeyi (isyan etmeyi), değiştirmeyi gerekli görmüştür. Bununla birlikte direnme ve iktidarı değiştirme konusunda başta Hanefi (yaşadıkları deneyimleri dikkate alarak) ekolü olmak üzere oldukça temkinli bir tutum izlediklerini söylemek mümkündür. Eğer toplum, iktidarı değiştirebilecek olanaklara sahip değilse direnmekten kaçınmak gerekir.
Özellikle hukukta direnmenin hak olarak değerlendirilmesi için ya kaynağını yasalardan alması veya baskıyı yapanın (iktidar) meşruiyetini yitirmiş olması gibi iki temel unsur aranmaktadır. Hiç şüphesiz baskı yapan yalnızca iktidar olarak tanımlanamaz, çoğunluğun azınlığa karşı baskısı da söz konusu olabilir. Bu durumda bir hukuk devletinden beklenen, herkesin hakkının korunmasını sağlamaktır. Bu yönde çaba harcanmıyorsa, mağdur çifte baskı ile karşı karşıya kalacaktır. Türkiye bunun çok sayıda örneğini yaşamış, yaşatmış ve halen yaşamaktadır.
Direnme hakkına hukuk normları açısından baktığımızda geneli yansıtabilecek görüş şu şekildedir; (Taşkın, 2024)
“Direnmenin hak olarak kabul edilebilmesi için hukukça korunması, başka bir deyişle hukukça korunan koşullara uygun olması gerekir.”
Elbette bu oldukça kapalı bir değerlendirme olarak kabul edilebilir. Teorik olarak bakıldığında direnme hakkı, normatif hukuk tarafından tanımlanmamış, sınırları tarif edilmemiştir.
Bununla beraber gerek 1961 ve gerekse 1982 Anayasa’sı direnme hakkın kullanımını hukuk dışı saymamıştır. Dolayısıyla haksızlığa, hukuksuzluğa karşı direnme, hukuken de meşru bir hak olarak genel kabul görmüştür.
Bir hakkın hukukça var olması veya korunması tek başına direnme hakkını doğurmayabilir veya direnme oluşmayabilir. Bütün bunlar toplum içindeki genel yargılara, inanç ve düşünceler nedeniyle oluşan koşullara, güç dengelerine ve daha birçok değişkene göre biçimlenebilir.
Türkiye tarihine bakıldığında, örneğin azınlıkların karşı karşıya kaldıkları ve hukukça korunmasına rağmen yas tutmalarını engelleyen koşullar ortaya çıkmış ve bunlara direnmek dahi mümkün olmamıştır. Yahudilere, Ortodokslara, Ermenilere, Alevilere, Kürtlere yönelik saldırı, zorunlu göç ve kıyımlar için halen Türkiye’de yaşayan mağdurların büyük çoğunluğu kamuya yansıyacak şekilde yas tutmamakta ya da tutamamaktadır.
Diğer yandan yapılan tüm baskılara rağmen yas tutmak dahil kimliğini, inancını, düşüncesini, haklarını savunmak için çok sayıda direniş örneği de bulunmaktadır. Toplumsal meşruiyeti ile iktidarların baskılarını aşan bir güce dönüşen direnme örnekleri, toplumsal mücadelenin ivmesini de şekillendirmektedir.
Yas tutmayı temel bir insan hakkı olarak kabul ediyorsak, bu hakkı engelleyen her türlü girişime karşı durmak da hakkın korunması için zorunluluk olacaktır.
Bunun sonucunda, baskıya karşı direniş toplumsal mücadelenin önemli unsurlarından birine dönüşmektedir. Direnişlerin artışı ve meşruiyeti, zaman içinde toplumsal travma mağdurlarının gizledikleri yaslarını açığa çıkarmaları ve yaslarını yaşayabilmeleri için toplumsal zemini yaratacaktır.
Kaynakça
Cumhuriyet Gazetesi. (2015, 10 11). Barış İçin Yastayız. www.cumhuriyet.com.tr: https://egazete.cumhuriyet.com.tr/oku/192/2015-10-11/0 adresinden alındı
Diken. (2015, 10 13). Konya’da ’saygı duruşu‘: Ankara’da hayatını kaybedenler yuhalanıp ıslıklandı. www.diken.com.tr: https://www.diken.com.tr/konyada-saygi-durusu-ankarada-hayatini-kaybedenler-isliklandi/ adresinden alındı
Din İşleri Yüksek Kurulu. (tarih yok).
Güriz, A. (tarih yok). Adalet Kavramı. www.anayasa.gov.tr: https://anayasa.gov.tr/media/4808/adnan.pdf adresinden alındı
Hafıza Merkezi. (2011). Cezasızlık Nedir? www.hakikatadalethafiza.org: https://hakikatadalethafiza.org/cezasizlik-nedir adresinden alındı
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi. (tarih yok). www.hsk.gov.tr: https://www.hsk.gov.tr/eklentiler/dosyalar/9a3bfe74-cdc4-4ae4-b876-8cb1d7eeae05.pdf adresinden alındı
İstanbul Barosu. (2024, 02 05). Cezasızlık Algısı Hukuka Güveni Zedelemektedir. www.istanbulbarosu.org.tr: https://istanbulbarosu.org.tr/HaberDetay.aspx?ID=18641&Desc=Cezas%C4%B1zl%C4%B1k-Alg%C4%B1s%C4%B1-Hukuka-G%C3%BCveni-Zedelemektedir adresinden alındı
Karatay, G. (2025, Kasım 15). Bir yüzyılın karanlık aynası. www.evrensel.net: https://www.evrensel.net/haber/584050/bir-yuzyilin-karanlik-aynasi adresinden alındı
Köşkdere, A. A. (2025, 06 15). Yas tutmak niçin önemlidir. www.bursapsikiyatri.com: https://www.bursapsikiyatri.com/makale.php?id=777 adresinden alındı
Leidel, S. (2024, 03 17). Dezenformasyon: Güncel tanımlar ve örnekler. www.akademie.dw.com: https://akademie.dw.com/en/disinformation-current-definitions-and-examples/a-67786912 adresinden alındı
Özkan, B., & Özel, Y. (2020, 12). Kayıp ve Yasa Psikososyal Yaklaşım. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar; Current Approaches in Psychiatry: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/919930 adresinden alındı
Taşkın, A. (2024). Baskıya Karşı Direnme Hakkı. www.barobirlik.org.tr: https://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2004-52-17 adresinden alındı
Traverso, E. (2021). Ateş ve Kan (Avrupa İç Savaşı: 1914-1945). Ankara: Heretik Basın Yayın.
Tunçay, E. (2017). Medyada Nefret Söylemi: Ankara Patlaması Örneği, Marmara İletişim Dergisi. www.dergipark.org.tr: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/328367 adresinden alındı
Volkan, V. (2016, 09 2). Prof. Dr. Vamık Volkan: “Yas tutma biçimi parmak izi kadar bireysel”. www.uskudar.edu.tr: https://uskudar.edu.tr/haber/prof-dr-vamik-volkan-yas-tutma-bicimi-parmak-izi-kadar-bireysel/1683 adresinden alındı
*Bu yazının yazarı her iki disiplin konusunda akademik bir eğitime sahip değildir. Yazıda belirtilen disiplinlerin tespit ve önermelerine ilişkin bir tartışmadan ziyade yaşanan pratikler ve karşılaşılan güçlüklere eğilmeye çalışılacaktır.







